17 Aralık 2013 Salı

"Elveda."

Yoksul bir ülkenin ücra bir köşesinde, insanların, onlar için bir işe yaramadığını veya yaramayacağını düşündükleri şeyleri, çöpe, daha doğrusu çöp diye kullanılan ülkenin her bir toprak parçasına attıkları ıvır-zıvırların arasından “birinin çöpü, diğerinin hazinesidir.” mantığıyla kendi işime yarayacak olanları toplayıp koyduğum beyaz çuvallardan birinde, geceleri donmamak için uyuyor ve bu çuvalı evim olarak kullanıyordum.

Bu diyarın en sefil insanı ben olmalıydım. Bu ülkeye savaş geldikten sonra zengini, fakiri, oburu, cimrisi, her türlü insan aç kaldı. Herkes sefilleşti. Artık orta halli sefillik ve ondan daha da beter olan sefillik düzeyleri vardı. Ben ise bu orta halli sefillerin sokağa attığı ve onlara göre çöp olan, bana göreyse zaman zaman gerçek bir hazine değeri taşıyan şeyleri toplayarak zamanımı geçiriyordum. Yarısı ısırılıp atılan meyveler, yarısı çürük olan meyveler, taşlaşmış ekmekler, pis su damlacıkları, her tarafı yırtılmış ayakkabılar, eski püskü kıyafetler… Ve benim gerçek hazinem. Kitaplar.

Bu devirde kimsenin kitaplara ihtiyacı yoktu. Olsa bile kağıtları yemek için kullanıyorlardı. Savaşın üzerinden yıllar geçmişti ve artık okuma yazma bilen genç sayısı da bir hayli azdı. Kimsenin bunu dert ettiğini düşünmüyordum zaten, ama benim için güzel bir haberdi. Bu sefalet içerisinde nasıl bir güzellik olacaktı ki bu? Zamanımı aç olarak geçirmek yerine kendime bir alternatif bulabilmiştim kitaplarla. Ben dört yaşındayken okumaya başlamışım. On sene önce yapılmış büyük savaş ve devamındaki ay ve yıllarda artçı savaşlarla beraber memleket içilen sigara yüzünden ziftle yoğrulmuş akciğer gibiydi. Ölüyordu.

Okumayı sökebilecek nadir ve belki de tek genç olduğum ve de her zamanki gibi daha büyüklerin uğraşacak bir işleri olduğu için midir bilinmez, etrafta bir sürü kitap oluyordu. Benim haricimde de o kitapları toplayanlar oluyordu ama onlar kitapları yakıp ısınmak için kullanıyorlardı.

Yaşadığım ülke bir şehir kadar ufak bir yerdi ve sadece başkentten oluşuyordu. Yardım yapılmak istese kolayca yapılabilirdi ama anlaşılan savaşı başlatan bir kaç mankafanın bize yardım etmesi dahilinde herhangi bir kazancı olmayacaktı. Bu yüzden herkes kendi başının çaresine bakmak zorundaydı. Belki bir gün gerçekten iyi kalpli veya gerçekte sinsi ama görünüşte melek gibi biri olan kişi veya kişiler gelir ve bu sefaletten bizi kurtarırdı. Bunu görüp göremeyeceğimden emin değildim.

Kimin haklı, kimin haksız olduğu asla bilinmiyordu. Güçlü olan kazanıyor ve haklı da o oluyordu. Bir gün bu güçlü ve haklı zorbalardan bir kaçı benim çuvallardan oluşan evlerimi talan etmeye başladı. Benim hazinelerimi çalıyorlardı pis herifler. Onlara karşı çıkmaya çalıştığımda ağzımın ortasına okkalı bir tokat ve ardından da karnıma sağlam bir tekme yemiştim. Onları yenecek gücüm yoktu. Cesaretliydim ama buna gücüm yetmiyordu. Ne yazık ki filmlerde yaşamıyordum.

Kitaplarımı yani hemen hemen her şeyimi alıp gittiler. Artık açlıktan başka düşünecek bir şeyim kalmamıştı ve onlar hazinemi yakıp ısınırken değerli çöplerimin gerçek değerini düşünmeden, hatta ve hatta bir de dalga geçmek suretiyle beni aşağılayarak saçma sapan hayatlarına haklı bir şekilde devam edip kendilerini iyi bir konumda görürlerken benim aklıma kimsenin düşünmediği bir şey gelmeye başlamıştı. Bu düşünce aklımda hemen  oluşmamıştı tabii. Meşgul olabileceğim bir şey kalmadıktan sonra düşünebileceğim şeylerin sayısı bir hayli azalmıştı. Bir şeyler düşünmeye fırsat vermeyen açlık savaşında yenilen taraf bariz bir şekilde midemdi. Ve ben midemi düşündükçe midemin direnci ve benim dayanma gücüm gitgide azalıyordu. Okuduğum şeyleri düşünmeye çalıştım. Olmadı. Yiyecek bir şeyler bulmak için bir müddet süründüm. Ancak fazla bir mesafe gidemeden kıvranmaya başlıyordum. Böyle bir yerde yardımsever birine rastlamam mümkün değildi. Bu diyarda öyle biri artık olamazdı. Herkes kendi başının çaresine bakmak zorundaydı ve ben güçsüz taraftım. Tek başıma ve haksızdım. Açtım. İşte tam o an aklıma bir şey geldi. Başka kimsenin aklına böyle bir şey gelemezdi. Çünkü ölümden başka hiçbir şey görmeyen bu insanlar, bir çok yakınını kaybetmesinin yanında cesaretlerini de kaybetmişlerdi. En azından ölüme karşı. Bu insanlar o kadar çok ölüm görmüşlerdi ki, kendi canlarına kıyamazlardı. Benimse kendimi öldürmekten başka bir çarem kalmamıştı. Bu acıya daha fazla katlanamayacaktım. Ancak ardımda hiçbir şey bırakamayacak olmak beni üzüyordu. Yapacak bir şey yoktu.

Sürünürken gözüme çarpan bir cam parçasına elimi uzattım ancak elim anında derin bir kesik aldı. Oluk oluk sefalet akıyordu damarlarımdan. Kan kaybından ölmeden önce aklıma tekrar bir fikir geldi. Parmağımdan akan kanla yere bir kelime yazdım ve artık hazırlıklar tamamdı. Cam parçasını karnıma sapladım ve acım biraz olsun geçer gibi olmuştu. Ve ardından yeni bir acı başladı. Acılar ardı arkasına geliyor, sefaletimin hüznü bitmek bilmiyordu. Ancak üzülüp, açı çekmektense gülüyordum. Cam parçasını boğazıma geçirdim ve ardımda tek bir kelime bırakarak sefaletten kurtulan ve belki de uzun zaman sonra intihar eden ilk kişi olarak sanki büyük bir şey başarmış gibi gülümseyerek veda ettim.

“Elveda.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder