27 Aralık 2013 Cuma

Yara Kabuğu


Bu derdim ilk başladığında daha çok ama çok küçüktüm. Anaokulunda başlamıştı her şey. Biz neyin başladığının farkında bile değildik.

Bir gün sıradan bir güne uyandığımı düşünüyordum. Annemin yaptığı güzeller güzeli kahvaltıdan aşırmak üzere mutfak masası üzerine konuşlanmış sofraya yönelmişken, annem beni yakaladı ve elimi yüzümü yıkamak üzere lavaboya gönderdi. Bende bu görevimi yerini getirmek üzereyken elimdeki yara dikkatimi çekti. Başlarda bunu aldırmadım ama bir yandan da aklımın bir köşesinde duruyordu. Durmasaydı bile elimin bir köşesindeydi ve günler geçtikçe büyümeye başladı. Sınıfta öğretmenimiz el ele tutuşmamızı ve bir daire oluşturmamızı söylediğinde, elimi tutan çocuk elimi fark edip, hocaya elimi tutmak istemediğini bağıra çağıra belirtti. O günden sonra bana "Kabuk" lakabını taktılar ve etrafımdaki insanlar birer birer azalmaya başladı. Yanımda duran düşünceli insanlar vardı ama annemle beraber şehir şehir tedavi tedavi koşmaktan onları da kaybediyordum. O zamanlar kabuk daha yayılmamıştı. Buna rağmen insanlar benimle dalga geçiyordu. Aynısı bir başkasına olsa ne yapardım diye düşündüğüm zaman, herkesten daha çok bir şekilde kendimden uzaklaşmaya ve kendime lanet okumaya başlamıştım. Lanet okuyordum çünkü sırf annem her zamanki gibi benim üzerime çok düşecek ve beni ilgisiyle boğacak diye ona kaşıntılarımdan bahsetmedim. Eğer ona sıkıntımdan bahsetseydim, doktorların dediğine göre erken teşhis ile bu illetten kurtulabilirdim. İşte bu yüzden bencilliğimin cezasını çekiyordum. Bunu hakettiğime kendimi inandırdım. Bu yükümü biraz olsun hafifletti. Ama yara büyüdükçe içimdeki sıkıntı da büyüdü ve yük giderek tekrar ve tekrar ağırlaştı.

İlk ve ortaokulda bana Kabuk demeye devam ettiler ama tüm bunlar beni yordu ve bir iyileşme süreci olan kabuğa veda ettim. Bu psikolojik bir şeydi. Kendi kendimi iyileşmekten alıkoydum.

Liseye geldiğimde artık hareket edemeyecek hale gelmiştim. Yara her tarafımı sarmıştı ve liseyi yarıda bıraktım. Buraya kadar beni koruyan bir kaç kişi olmuştu. Bu yaraya isteyerek sahip olmadığımı ve bana yapılan haksızlığı başkalarına anlatmaya çalışanlar oldu. Onlar olmasaydı şimdiye kadar dayanamazdım. Onlara bir teşekkür borçluydum ama ağzım yaralarla dolu olduğundan konuşamıyordum.

Artık doktorlarda benden ümitlerini kesmişlerdi ve namım benden önde gidiyordu. Bana bakacak kimse kalmamıştı. Ne annemin gücü vardı ne benim. Ne umudumuz vardı ne de umuttan haberimiz.

Serumla beslenecek derim dahi kalmamıştı artık. Nefes almak ve vermek birbirinden zor iki hadise olmuştu. Bu kadar zor olan bir şeyi daha fazla yapamazdım. Düşüncelerimde bile yara şekli vardı. Bir karikatür balonu çizselerdi başımın yanından o da yaradan meydana gelirdi.

Tam kararımı vermişken ve son nefesimi de benimle beraber boğacakken yaralarımda bir hareket meydana geldi. Gözüm ve kulağım, ağzım ve burnum açıldı. Karşımda doktor önlüklü biriyle annem duruyordu. Doktor kadındı ve daha önce görmediğim gözlerle bana bakıyordu. Hiçbir doktor bana böyle bakmamıştı. Kendimi bir denekten ziyade hasta gibi hissettiğim ilk andı. Bu sırada içeriye garip görünümlü biri girdi. Gömleğinde bir yaka kartı vardı ve yazıdan anladığım üzere bir psikiyatrist idi.

Bu da bir başka ilk idi. Ben annemin umudu yok zannediyordum. Bir yerde haklı, çoğu yerde haksızdım. Annemin umudu kendi için bitmişti. Daha doğrusu hiç başlamamıştı. Ama benim için hiç bir zaman bitmemişti. Onun sayesinde şimdi benimle ilgilenen ve benden iğrenmeyen, bana bakmayı kabul eden ve kurtarıcım olacak iki doktora sahiptim.

Yaralarım yavaş yavaş kabuk bağlamaya başladı. Fiziksel tedavimin yanında ruhsal destek de alıyordum. Sonunda biri ruhumu görebilmişti. Ve benim için o kabukları yamıyordu her yanıma. Yüzümü açan krem artık tüm bedenimdeydi ve yüzüm gibi bedeninde artık kabuk olmuştu.

Sıra son aşamaya gelmişti. Son defa her tarafıma krem sürdüler ve beni bir mumya gibi sardılar. Saatler sonra sargıları çözüp benin yerime kabuğu soydular. Kan revan içindeydim ama korkulacak bir şey yoktu. Beni tekrar sarıp çözdükten sonra geriye yara izi kalmıştı. Bu izler benim savaşımdan ve iki doktor dostumdan geriye kalan savaş ganimetlerimdi.

Anneme çok şey borçluyum. O benim yerime de umut etti ve asla pes etmedi. Onu çok seviyorum. O iki doktor, dünyada eşi benzeri görülmemiş iki doktor, onlara da çok şey borçluyum. Yara izlerimle beraber hayata tamamen farklı bir bakış açısıyla bakacağım. Böyle bir şey yaşadığım ve gençliğim heba olduğu için çok üzgün olsam da böyle harika üç insanı yakından tanıyabilmiş olmak benim için çok önemli. Her kötünün içinde de bir iyinin olduğunu böyle anladım. Lafı daha fazla uzatmak istemiyor ve sahneye bu iki şahane doktoru davet ediyorum. Onlar her şeyin iyisini hak ediyorlar. Söz sizde...

20 Aralık 2013 Cuma

Düzen

Düzen ama çarpık bir düzen. Düzen ama yetersiz. Düzen ama bozuk. Düzen. Düzen ama düzene ait hiçbir şeyi barındırmayan düzen. Sabit düzen. Değişme düzen. İşte ben bu düzensizliği yıkıp kendi düzenini getirecek olan ben. İşte ben yere gök, gökğe yer diyecek ben. İşte ben bu sistemi bozacak olan ben. Aldırmayan ben. Savaşan ben. Konuşan ben. Susan ben. İşte ben sana ben. Bana sen. Ve senden yardım isteyen bu eli tutan sen. İşte sen işte ben. Ve dünya. Ve düzen. Ve sistem. İşte mücadele başlıyor. Gidelim!

Rüya

1. Saniye
Koşuyordu. Ardındaki her şey yıkılıyordu ve koşmaktan başka çaresi yoktu. O kadar hızlıydı ki adeta koşmuyor ışınlanıyordu. Üstüne bina molozu geliyordu. Korktu. Elleriyle yüzünü kapatıp var gücüyle zıpladı ve kendini ileri attı.
2. Saniye
Takla atarak tekrar ayağa kalktı. Acı hissetmemesini garipseyerek etrafı inceledi. Her yer pamuk şekerdi. Pamuk şekerden yerin içine balıklama daldı.
3. Saniye
Pamuk şeker denizinden başını çıkardığında bir denizdeydi. Fırtına okyanusu kaosa sokmuştu. Etrafta gemi parçaları uçuşuyordu. Üzerine geminin kıç tarafı geldi ve kafasına çarpıp bayıldı.
4. Saniyeyi baygın geçirdi.
5. Saniye
Başının üstünde dönen kuşları izledi. Çizgi filmde gibiydi ve bu hoşuna gitmişti. Tam o anda tüm kuşlar gözüne saldırdı ve gözünü yedi.
6. Saniye
Kördü. Ne olup bittiğini bilmiyordu. Gök yanıyor ve paramparça oluyordu. Alevler her tarafa sıçardı ve onu da kül etti.
7. Saniye
Küllerinden doğan anka kuşuydu. Ve özgürlüğüne uçtu.

Ve uyandı.

Irmak

Biraz yarıda kalmış bir hikâye ama devamına gerek olduğunu düşünmüyor ve bu hikâyeyi özellikle Irmak'a atfediyorum

-Anne bu ne?
-Et
-Nasıl yani sen veya ben mi varız tabakta?
-Hayır tatlım, o bir hayvanın eti. Biz insanlar hayatımızı sürdürebilmek için etleri yiyoruz. Sende çene çalmayı bırak ve yemeğini ye. Ben önüne ne koyarsam onu yiyeceksin küçük hanım.
-Ama anne...
-...
-Ama anne...
-...
Kız o anda ağlamaya başladı. Nerdeyse krize girecekti. Ama köpeği "hav-hav" onu teselli etmek ister gibi hırladı. Kız sakinleşti ve köpeğine sarıldı. Teşekkürler hav hav.
Kız annesine dönerek çatallanmış sesiyle konuştu.
-Anne ben bunu yemek istemiyorum.
-Neden kızım?
-Çünkü ben ağladığımda hav-hav yanımda oldu. O benim dostum. Diğer hayvanlar da olmalı. Sen arkadaşını yiyor musun anne?
-Hayır.
-Hav-hav'ı yer miydin anne?
-Hayır.
-O zaman bu eti neden yemeliyim anne?
-Yemene gerek yok kızım.
Kafası karışan kız annesine sorgulayan gözlerle baktı.
-A-ama yemelisin demiştin.
-Evet dedim.
-Ama şimdi yemene gerek yok diyorsun.
-Evet eti yemene gerek yok ve bana karşı çıkıp yemek istemediğin için mutlu oldum. Ve tabağında ki şey de et değil.
-Yani yeseydim mi kızacaktın bana?
-Evet kızacaktım ama sana değil. Kendime.
-Neden anne?
-Çünkü seni kötü yetirmiş olacaktım.
-Biliyor musun kızım?.. Hav-hav sen doğduğundan beri bizimle ve sen daha bebekken seni korumuştu.
-Beni neyden korumuştu anne?
-Başka bir insandan. Bir insan seni kaçırmaya çalıştı ama hav-hav havladı durdu. Adamın paçasını yırttı. Tüm mahalleyi ayağa kaldırdı ve bizden önce seni o korudu.
Kız tekrar ağlamaklı oldu. Annesi onu kucağına alıp sandalyeye oturdu ve diğer eliyle köpeği sevdi.
"İşte bu ve bunun gibi şeylerden dolayı ve bundan da öte onların da bir canları olduğu için onlarla ilgilenmeliyiz. Severek ye onları. Öp sarıl okşa!
-TAMAM ANNE!
-Baban seninle gurur duyardı. Akşam en sevdiğin şeyi yapacak baban sana. Hele bi duysun.
-Vuuuu uçaaaaaak piyuuuu uçacağım yihuuuu!

İki Rakam

Biliyor musun genç kız? İki rakam varmış. Birbirinden upuzak. O kadar uzaklarmış ki büyük büyük dedeleri, nineleri dahi uzak kalmışlar. Bu iki rakam her zaman hayaller, diğer yarılarına dair düşler kurmuş. Bir ve dokuz  İki uç dünya. Başlangıç ve bitiş. Varlık ve yokluk. Hayal ve gerçek. Bir çizik atmış üstün güç. Ve birleştirmiş bunları. On dokuz. Doksan bir. Çocukları olmuş. On dokuz nokta on dokuz. Bazen dokuza çekmiş. On dokuz nokta doksan dokuz. Büyümüşler yeni aileler kurulmuş. Nice on dokuzlar bulunmuş. Hayalmiş. Belki de gerçek olmuş. Sayılar sonra mutluluk onlarla olmuş.

17 Aralık 2013 Salı

Korku

“Erkek adam dediğin hiçbir şeyden korkmaz.” derdi babam. Babam olamamış adam. Babam olamayacak adam. Sözde babam.

En son bu sözü söylediğinde evde büyük bir fırtına kopmuştu. Fırtına öncesi sessizliği görememiştik bile. Bize kimse bir şeyden bahsetmemişti. Hazırlanamamıştık.

Her gün olan klasik kavgalardan öte bir şeydi o gün olan. Her zamanki gibi bir şeylere sinirlenmişti babam. Ve bu sefer abim de sinirlenmişti anlaşılan. Mutfaktan keskin bir bıçak getirmişti. Bunu gören annem göz yaşları içinde boğuluyordu ve ben bir köşede bundan önceki  kavgalarda babamdan yediğim dayaklardan kalma izlerle izliyordum.

Babam bir saniyeliğine şaşkınlığa uğradı. Bu daha önce görmediğim bir şeydi. Ya da o kadar çok sinir tepkisi görmüştüm ki böyle bir şey babamın suratındaki birbirinden farklı sinir efektleri arasında kaybolup gitmişti. Abim, beni ve annemi koruyabilmek için bugüne kadar hiç sesini çıkarmamıştı ama her insanın bir sınırı vardı. Çileden çıkmış olmalıydı ve kimse onu suçlayamazdı.

Elindeki bıçağı masaya fırlatan abim öfkeyle bağırdı, “Bıçakla da kurtulalım! Sen de kurtul ben de be adam!”

Babam o bir saniyelik şaşkınlığın üzerine bir saniye daha garip bir tepki verdi ve bıçağı masadan aldığında garip bir ses duydum. Bu ses annemden geliyor olmalıydı. Ağzını açıp bir şeyler söyleyeceğini hissettim. Ben ise öne, babam ve abime doğru atıldım. Ancak annem de ben de çok geç kalmıştık. Babam bıçağı abimin karnına saplamıştı ve abimin derisinden kanlar sızıyordu.

Kana karşı duyduğum öfke o gün başlamıştı. Kanı görünce midem bulanmıyordu. Öfkeleniyordum. Gözüm dönüyordu. Ve gözüm öyle bir dönmüştü ki bayılmıştım. Kana karşı duyduğum öfke o gün bitmişti. O günden sonra gözüm kanı kendiliğinden sansürledi.

O saniyeden sonra ne olduğunu bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Yanı başımda annem vardı ve elimdeki sıcaklığın sahibi de o olmalıydı. “Abim” diye soracak oldum ama vazgeçtim. Yerdeki su damlalarından belliydi ne olduğu, yerde ki su damlalarımızdan. Kim bilir kaç defa uyanmıştım. Kaç defa “Abim” diye soracak olmuştum. Ve kim bilir kaç defa daha sorar gibi olacaktım bilemiyordum ve bir kez daha gözlerimi yumdum.

Aradan geçen bir kaç uyanıp uyuma vaktinden sonra bilincim kendime gelmişti. Hastaneden taburcu olmuş olmalıydık ama nerede olduğumuzu bilmiyordum. Bir odadaydım ve bu oda benim değildi. Gürültü sesi vardı. Ağlama sesleri, konuşma sesleri, ses sesleri, sessizsizliğin sesi…

Ben etrafa bakınıyordum ki odanın kapısı açıldı. İçeriye giren annemdi. Gözlerinde yaşlar, yüzünde hüzün, vücudunda bir ağırlık ve ruhunda bir yorgunluk vardı. Tüm bunlara rağmen benimle ilgilenebiliyordu bu kadın. Ve o an hatırladım. Her şeye rağmen benimle ilgilenmeye çalışan bu kadının gözlerinde yaşananları tekrar anımsadım ve gözlerim yaşlara boğuldu. Annem de ağlamaya başladı. Kim bilir bu kaçıncı göz yaşı seliydi. Kim bilir ruhundan düşen damlalar ne kadar daha acıydı. Ne kadar daha zor.

Annemin gözlerinde abimin öldüğünü anlamıştım. Bizi babamdan koruyan kişi ölmüştü. Herkesten çok sevdiğim abim ölmüştü. Artık yoktu ve bir daha anılarım haricinde hiçbir yerde olmayacaktı. Sanki yaşama isteğimi kaybetmiştim.

Evimizin içinde olan son kavganın nedeni de babamın her zamanki zırvasıydı. “Erkek adam dediğin hiçbir şeyden korkmaz.” Korkmaktan korkan bir adamdı işte o. Bunun da farkındaydı ve bunu kendine itiraf edemezken bu iç baskısı bize bir dış baskı olarak, yani kavga, gürültü ve patırtı şeklinde dönmüştü. Anlaşılan ödemediğimiz vergilere rağmen belediye işini harikulade yapıyordu. Fazlasıyla iyi.

Bir kaç gün sonra, tüm bu baş sağlığı muhabbeti geçtikten sonra, annemden babamın durumunu da öğrenmiş oldum. Babam hapse girmişti ve uzunca bir süre onu görmeyecektik. Hayatımda duyduğum en güzel haber buydu ama sevinememiştim. Çünkü bu güzel haberi bastıran ve hayatımda yaşadığım en kötü an olan abimin ölüm karesi gözlerimin önünden bir an olsun gitmiyordu.

Annem ayrıca bir süre daha annesinin evinde kalacağımız bilgisini verdi. Söylemese bile annesinde olduğumuzu anlayacak kadar kafam çalışıyordu. Ama bu konu da onun üzerine gitmeye gerek yoktu. Dünyanın yükü omuzlarındaydı kadının. Her ne kadar dayak yese de seviyordu kocasını. Ve canından çok sevdiği oğlunu kaybetmişti. Kim ondan daha hüzünlü olabilirdi ki? Kim onu anlayabilirdi ki? Kendi bile kendini anlayamayacak durumdaydı.

Aradan bir müddet zaman geçti. Ben yavaş yavaş her şeyden korkmaya başladım. Babamın her an bir yerden çıkıp yüzüme patlatma olasılığı beni bu zamana kadar korkmaktan alıkoymuştu. Ama artık o yoktu ve ben özgürce korkabilirdim. Özgürce korkuyordum. Bir süreliğine korkmak gibisinin olmadığını düşünecek kadar korkmamaya zorlanmıştım.

Abim öldüğü için başlarda üzülmüştüm. Ama bir süre sonra sevinmeye bile başladım. Çünkü artık o bu dünyada değildi ve sözde babamla beraber bu dünyayı paylaşmak zorunda olan da o değildi. Abim bunu hak etmişti. O da farklı bir yoldan özgürlüğüne kavuşmuştu. Onun için seviniyor, kendim için üzülüyor ve annem için daha çok üzülüyordum.

Özgürce korktuğum vakitlerin en özgür olduğum saatleri gecenin akrepleriydi.

Babam bizi döverken acı hissetmemeyi öğrenmiştim. Daha doğrusu acıyı yok etmeyi. Ne zaman tokat atsa, tokatın yanağıma çarpacağı anı ve vereceği acıyı hesaplar, o acıya karşı anti-acı üretirdim hayal gücümle. Böylece babam beni ne kadar döverse dövsün hiçbir zaman acı duymazdım. Bundan kimseye bahsedememiştim çünkü bu benim hayal gücümden ibaretti. Zaten birine anlatsam-ki bu biri abim veya annem olurdu- bana verecekleri cevap, “Bu senin kuruntun” olurdu.
Korkum, özgürlük ipinin ucunu kaçırmıştı. Ve ben de korkmaktan korkar olmuştum ama babam gibi bir adam olmak istemiyordum. Ve babam gibi bir “adam” olduğundan da gizliden gizliye şüphelerim vardı. Bu şüphelerin yeri geçmişteydi. Ben şu ana bakmalıydım.

Babamın dayaklarına karşı yaptığım hayal gücünden korumayı, şimdi korkularıma karşı kullanacaktım. Tüm korkularıma karşı bir anti-korku ürettim ve tüm korkularımdan kendimi azat etmeye başladım. Bir anlığına keşke hayal gücümden bariyerimi babama söyleseydim diye düşündüm. Belki o da korkularından kendini azat edebilirdi.

Tüm korkularımdan kurtulabilmek için kendimden de kurtulmalıydım ama kendimden önce tüm dünyadan kurtulmalıydım, korktuğum her şeyden kurtulmalıydım. Hayal gücümle önce anti bir dünya yarattım ve dünyadan kurtuldum. Ancak bizim dünyamız hâlâ dönüyordu. Kendi küçük dünyamız.

Zor olacaktı ama abimin ölümüne karşı kullandığım bakış açımı annem için de kullanarak onu da korkularımın arasından sildim. Annem gidince her şey kolaylaştı. Etrafımdaki her şeyi sildim.

Hiçbir şey renginden hiçbir şey yerinde hiçbir şey yapmıyordum ve hiçbir şekilde var değildim. Geriye sadece hayal gücüm kalmıştı. Hayal gücümü silmek zorlu olacaktı ama bunun için bir yol bulmuştum.

Hayal gücüme karşı anti bir hayal gücü üretme aşamasındayken son bir kez düşündüm. Abimin ölümüne bir anti ölüm düşünseydim abim geri gelir miydi? Veya babamın korkusuna bir anti korku düşünsem şu an bu uç nokta da bulunur muydum? Ne yazık ki bu soruları sormak için çok gecikmiştim. Çünkü anti-hayal gücüm hazırdı ve ben de hiçbir şeyler topluluğuna katılmak üzere her şeye veda ettim.

"Elveda."

Yoksul bir ülkenin ücra bir köşesinde, insanların, onlar için bir işe yaramadığını veya yaramayacağını düşündükleri şeyleri, çöpe, daha doğrusu çöp diye kullanılan ülkenin her bir toprak parçasına attıkları ıvır-zıvırların arasından “birinin çöpü, diğerinin hazinesidir.” mantığıyla kendi işime yarayacak olanları toplayıp koyduğum beyaz çuvallardan birinde, geceleri donmamak için uyuyor ve bu çuvalı evim olarak kullanıyordum.

Bu diyarın en sefil insanı ben olmalıydım. Bu ülkeye savaş geldikten sonra zengini, fakiri, oburu, cimrisi, her türlü insan aç kaldı. Herkes sefilleşti. Artık orta halli sefillik ve ondan daha da beter olan sefillik düzeyleri vardı. Ben ise bu orta halli sefillerin sokağa attığı ve onlara göre çöp olan, bana göreyse zaman zaman gerçek bir hazine değeri taşıyan şeyleri toplayarak zamanımı geçiriyordum. Yarısı ısırılıp atılan meyveler, yarısı çürük olan meyveler, taşlaşmış ekmekler, pis su damlacıkları, her tarafı yırtılmış ayakkabılar, eski püskü kıyafetler… Ve benim gerçek hazinem. Kitaplar.

Bu devirde kimsenin kitaplara ihtiyacı yoktu. Olsa bile kağıtları yemek için kullanıyorlardı. Savaşın üzerinden yıllar geçmişti ve artık okuma yazma bilen genç sayısı da bir hayli azdı. Kimsenin bunu dert ettiğini düşünmüyordum zaten, ama benim için güzel bir haberdi. Bu sefalet içerisinde nasıl bir güzellik olacaktı ki bu? Zamanımı aç olarak geçirmek yerine kendime bir alternatif bulabilmiştim kitaplarla. Ben dört yaşındayken okumaya başlamışım. On sene önce yapılmış büyük savaş ve devamındaki ay ve yıllarda artçı savaşlarla beraber memleket içilen sigara yüzünden ziftle yoğrulmuş akciğer gibiydi. Ölüyordu.

Okumayı sökebilecek nadir ve belki de tek genç olduğum ve de her zamanki gibi daha büyüklerin uğraşacak bir işleri olduğu için midir bilinmez, etrafta bir sürü kitap oluyordu. Benim haricimde de o kitapları toplayanlar oluyordu ama onlar kitapları yakıp ısınmak için kullanıyorlardı.

Yaşadığım ülke bir şehir kadar ufak bir yerdi ve sadece başkentten oluşuyordu. Yardım yapılmak istese kolayca yapılabilirdi ama anlaşılan savaşı başlatan bir kaç mankafanın bize yardım etmesi dahilinde herhangi bir kazancı olmayacaktı. Bu yüzden herkes kendi başının çaresine bakmak zorundaydı. Belki bir gün gerçekten iyi kalpli veya gerçekte sinsi ama görünüşte melek gibi biri olan kişi veya kişiler gelir ve bu sefaletten bizi kurtarırdı. Bunu görüp göremeyeceğimden emin değildim.

Kimin haklı, kimin haksız olduğu asla bilinmiyordu. Güçlü olan kazanıyor ve haklı da o oluyordu. Bir gün bu güçlü ve haklı zorbalardan bir kaçı benim çuvallardan oluşan evlerimi talan etmeye başladı. Benim hazinelerimi çalıyorlardı pis herifler. Onlara karşı çıkmaya çalıştığımda ağzımın ortasına okkalı bir tokat ve ardından da karnıma sağlam bir tekme yemiştim. Onları yenecek gücüm yoktu. Cesaretliydim ama buna gücüm yetmiyordu. Ne yazık ki filmlerde yaşamıyordum.

Kitaplarımı yani hemen hemen her şeyimi alıp gittiler. Artık açlıktan başka düşünecek bir şeyim kalmamıştı ve onlar hazinemi yakıp ısınırken değerli çöplerimin gerçek değerini düşünmeden, hatta ve hatta bir de dalga geçmek suretiyle beni aşağılayarak saçma sapan hayatlarına haklı bir şekilde devam edip kendilerini iyi bir konumda görürlerken benim aklıma kimsenin düşünmediği bir şey gelmeye başlamıştı. Bu düşünce aklımda hemen  oluşmamıştı tabii. Meşgul olabileceğim bir şey kalmadıktan sonra düşünebileceğim şeylerin sayısı bir hayli azalmıştı. Bir şeyler düşünmeye fırsat vermeyen açlık savaşında yenilen taraf bariz bir şekilde midemdi. Ve ben midemi düşündükçe midemin direnci ve benim dayanma gücüm gitgide azalıyordu. Okuduğum şeyleri düşünmeye çalıştım. Olmadı. Yiyecek bir şeyler bulmak için bir müddet süründüm. Ancak fazla bir mesafe gidemeden kıvranmaya başlıyordum. Böyle bir yerde yardımsever birine rastlamam mümkün değildi. Bu diyarda öyle biri artık olamazdı. Herkes kendi başının çaresine bakmak zorundaydı ve ben güçsüz taraftım. Tek başıma ve haksızdım. Açtım. İşte tam o an aklıma bir şey geldi. Başka kimsenin aklına böyle bir şey gelemezdi. Çünkü ölümden başka hiçbir şey görmeyen bu insanlar, bir çok yakınını kaybetmesinin yanında cesaretlerini de kaybetmişlerdi. En azından ölüme karşı. Bu insanlar o kadar çok ölüm görmüşlerdi ki, kendi canlarına kıyamazlardı. Benimse kendimi öldürmekten başka bir çarem kalmamıştı. Bu acıya daha fazla katlanamayacaktım. Ancak ardımda hiçbir şey bırakamayacak olmak beni üzüyordu. Yapacak bir şey yoktu.

Sürünürken gözüme çarpan bir cam parçasına elimi uzattım ancak elim anında derin bir kesik aldı. Oluk oluk sefalet akıyordu damarlarımdan. Kan kaybından ölmeden önce aklıma tekrar bir fikir geldi. Parmağımdan akan kanla yere bir kelime yazdım ve artık hazırlıklar tamamdı. Cam parçasını karnıma sapladım ve acım biraz olsun geçer gibi olmuştu. Ve ardından yeni bir acı başladı. Acılar ardı arkasına geliyor, sefaletimin hüznü bitmek bilmiyordu. Ancak üzülüp, açı çekmektense gülüyordum. Cam parçasını boğazıma geçirdim ve ardımda tek bir kelime bırakarak sefaletten kurtulan ve belki de uzun zaman sonra intihar eden ilk kişi olarak sanki büyük bir şey başarmış gibi gülümseyerek veda ettim.

“Elveda.”

Sel

Bir not; Bu sel benim selimdi.

İçimde bir his var. Beni boğuyor. Benim içimi kemiriyor demek isterdim. En azından içimde ne olup bittiğini anlayabilirdim. Ama anlamıyorum. Olmuyor. Ruhum yorgun. Gitgide yoruluyor. Bedenim bundan etkileniyor. Ölmek mutluluk değil ama mutsuzluğun karşıtı bir şey, biliyorum. Uyku da bir tür ölüm. Bir kaçış. Sonsuz uykudur ölüm.
Bir daha uyanmamak.
Uyanmak istememek.
Mücadeleden vazgeçmek.
Savaşı terk etmek.
Muharebe alanına sırtını dönmek.
Pes etmek.
Ama bunu yapamıyorum. Pes edecek gücüm bile yok. Bu yüzden devam etmeliyim. Ama biraz dinlenmeliyim. Acımıyorum kendime. Bedenimin dili olsa susar mıydı gene? Anlar mıydı beni? En azından o anlasın. Anlar mısın beni? Bedenimle konuşuyorum. Ona hayatımı borçluyum. Deliriyor muyum yoksa deliliğimin farkına mı varıyorum bilmiyorum. Zaten konu ben değilim. Konu hiç ben olmadım. Zaten konu ben olsaydım böyle olmazdım. Herkesin yerine bu görevi üstlendim. Kimseye sormadan. Kimseye fırsat vermeden. Bencilce bir karar belki. Cezasını çekiyorum. Sonsuz bir rahatsızlıkla. Cezamı çekeceğim. Buna mecburum. Bunu sorun etmiyorum. Önemli olan onlar ama artık parçalanmak istiyorum. Her bir parçamı başka bir yere göndermek. Buna ben karar veremem. Buna benim yerime bedenim karar verecek. Buna hakkı var. Fazlasıyla. Dayan bedenim.
Dayan savaşçı.
Fazla zamanımız kalmadı. O zamana kadar dayan ve görevimizi tamamlayalım. O kadar aptalım. Ve bunun cezasını en çok biz çekiyoruz. Senden özür diliyorum. Senden özür diliyorum dostum. Gerçek bir dostsun. Bana asla sırtını dönmedin. Hep yanımda oldun. Sorgusuz. Sualsiz. Hep orada oldun. Ben sesimi çıkarmadım. Bir şey dememe gerek yoktu. Senin orada olacağını bilerek sana sırtımı dayadım. Şimdi de kelimelere yükleniyorum. Üzgünüm. Çıtınızı çıkartmıyorsunuz ama gerçekten değerlisiniz. Teşekkür ediyorum.
Dinlenmek için fazla zamanım yok. Kısa bir sürede tekrar kendime geliyorum. Gelmek zorundayım. Tekrar savaşa atılıyorum. Bedenimin yükü ben. Benim yüküm kendim. Kendimden başka yüküm yok. Bu yükü sırtlayacağım. Kendi savaşımda kendimle savaşıyorum.
Tekrar ve,
tekrar ve,
tekrar.
Hazırım.

Paradoks

Bir not; Based on a true story.
 
Yün kazaklı kızın sağ yanağı, yün kazaksız kızın sırtı parçalanıyor ve tam önümde oturan, kazağına uzun saçları dökülmüş kızın kafası kopuyor. Bu sırada hocaya bakıyorum ve gözlerimden iki adet beyaz çubuk hocanın gözlerine doğru gidiyor. Gözleri parçalanacak hissedebiliyorum. Bu beni ürpertiyor ama hissettiğim şey olmuyor. Çubuklar birbirlerine kıvrılıp bir oluyor ve etraflarında dönmeye başlıyorlar. Bembeyaz bir dünya yaratıyorlar.. Bu dünyanın dibinde bir girdap oluşuyor ve bu girdap koca bir yılana dönüşüyor. Bu devasa yılan  ağzıyla asırlık bir ağacı dişliyor ve kasvetlı dış dünyada bir beyzbol oyuncusunun sopası gibi savruluyor. Ağaç bir topa dönüşüyor ve gökyüzündeki yeryüzüne meteor gibi düşüyor. Bu meteorun içinden küçük küçük uzaylılar çıkıyor. Bu uzaylılar benim dünyamdalar ve bana isyan edip beni ele geçiriyorlar. Beni dersten uzaklaştırıp önümdeki kazaklı kızların parçalanmasıyla başlayan bir paradoksa sokuyorlar. Bu paradoksa bu sefer ben isyan ediyorum ve derse geri dönüyorum.

Dostum

“Kendimi bildim bileli hayatım iyiydi. En azından fena sayılmazdı. İlkokulda, ortaokulda, lisede… Gittiğim, kaldığım yerlerde arkadaşlarım oldu. Ama içimde hep bir eksiklik hissediyordum. Arkadaşlarım vardı ama sanki bu arkadaşlarımdan öte biri ya da birileri vardı. Henüz tanışmadığım biri. Sanki dünyanın bir yerinde benimle tanışmayı bekleyen biri. Benimle aynı şeyleri hisseden biri.

Bu düşüncelerim ortaokulda başlamıştı. Çevremi bilinçli bir şekilde keşfetmeye başlamıştım. Kendimi yalnız hissetmeye başlamıştım. Etrafımda arkadaşlarım olmuştu hep. Ama bu farklı bir tür yalnızlıktı. Farklı bir arayış.

Bir gün rehber öğretmenimiz, bizden bir mektup yazmamızı istedi. O zaman bu mektubu neden yazdığımı bilmiyordum ama içimden geçenleri döktüm. Düşüncelerimi detaylı bir şekilde yazdım ve hocaya teslim ettim. Adlarımızı yazmamıza gerek yoktu. Sadece bir adres belirtmeliydik. Çünkü bu mektubun ulaşacağı bir kişi olacaktı ve o kişi ile mektup arkadaşı olacaktık.

Bir süre sonra evime bir sürü mektup geldi. Kimin olduğu belli olmayan mektuplar. O mektupları okuyup kendimize bir arkadaş seçecektik. Mektup arkadaşı. Bunun için bize üç ay verdiler. Okumayı seven biriydim. Özellikle kısa şeyleri. Onu bulmam çok sürmemişti. İşte bu demiştim. Daha ilk satırlarla beraber beni benden almıştı. Bu kişiyle konuşacaktım. İçimden bir ses “o” diyordu. Yalnızlığı kapatacak kişi o olmalıydı.

Seçtiğim kişinin de beni seçmesi bunu doğrulamıştı. Hayallerim gerçek oluyordu. Yıllarca birbirimizle mektuplaştık. Birbirimizle fotoğraflarımız hariç her şeyi paylaştık. Mesafeleri hiçe sayan iki harika dost olmuştuk ve ben o yalnızlık hissinden kurtulmuştum. Mutluydum.

Daha sonra daha da güzel bir şey oldu. Üniversitenin ilk günü biraz tedirgindim. Artık onu görmek istiyordum. Artık yanımda olsun istiyordum. Yanında olmak istiyordum. Benim gibi bir kız olmalıydı. Fiziksel özellikleri beni andırıyordu. O da benim gibi kısa sayılırdı. Benim gibi tombul yanaklıydı. Benim gibi sessiz biriydi ve bir zamanlar benim hissettiğim yalnızlığa sahipti. Etrafa öylesine bakıyordum ki birini gördüm. Ona doğru koştum. O da beni fark etti ve bana doğru koşmaya başladı. Ellerimi açtım o da ellerini açtı. Bedenlerimiz buluştuğunda bir daha bırakmamak üzere kenetlenmiş gibilerdi ve bir daha asla yalnız kalmayacağımızın yemini gibiydi bu sarılış.

Hayatımız boyunca onunla beraber olduk ve hayatım boyunca bir daha asla yalnız kalmadım.”

Bu da benim gözümden bizim hikayemiz sevgili dostum.  Baş ucuna bırakıyorum. Biliyorum okuyabilirsin. Bugüne kadar benimle olduğun için gerçekten teşekkür ederim. İyi ki vardın dostum. Üzülme seni hissedebiliyorum. Benim için daha ölmedin. Ve yakın bir zamanda yanında olacağım. Bekle beni dostum.

Yalnız değiliz biz. Bizim bizimiz var dostum.
Bekle beni...

Öngörü

Ailemden uzakta okumak iyi gelir diye düşünmüştüm.  Bıkmıştım artık babamla annemin kavgalarından. Abimin yaptığını yapamazdım. Kendimi öldürmeye cesaretim yoktu. Bu kararı doğru bulmuştum. Yadırgamamıştım hiç. Ama doğru olanı yapmaya gücüm yoktu. Uzaklaşmak adına elimden gelen tek şeyi yaptım. Onları kırmadan uzaklaşmanın tek yolu farklı bir şehirde okumaktı.

Her şey güzel olacak diye düşündüm. Kendimi motive etmeye çalışıyordum. Çünkü tek dostum benden ve ailesinden uzaktaydı. Herkesten uzaktaydı. Bitkisel hayatta sözde yaşıyordu.

Hiçbir şey güzel olmamıştı. Uzaklaşacağım derken alakam bile olmayan bir bölüme gidiyordum. Oda arkadaşlarım sinir tiplerdi. Tek arkadaşımı ise şerefsizin biri benden almıştı. O şerefsize bir gün olsun lanet okumadan geçirmiyordum.

Arkadaşımı teknik ekipman yetersizliği yüzünden farklı bir şehre nakletmişlerdi. Ben de onunla aynı şehre gitmek istedim. Böylece ara sıra onunla tek taraflı konuşabilir. Yine ona dertlerimi anlatabilirdim. Kim bilir belki de duyardı.

Farkında bile olmadan ailemin kavgalarını özler olmuştum. Çünkü bana tanıdık gelen tek şey oydu. Bir de abimin anıları.

Ona ulaşabilmek için intihar mı etmeliydim yoksa ölsem yetiyor muydu bilemiyordum. Hâlâ kararsız aptal bir kızdım. Ve öfkeliydim. Etrafındaki sorunlu hayatlara karşı umursamazca gülen o neşeli insanlara öfkeliydim. Ben bu haldeyken onlar ne hakla gülüyordu? Benim dostum. Benim her şeyim. Benim tek şeyim, orada öyleyece yatarken ve şu ana kadar bana hep destek veren abim hayata elveda etmişken onlar ne hakla gülüyordu?

Bu çekilmez dünyada bir insan nasıl mutlu olabilirdi?

Yurda mümkün olabilecek en geç saatte gidiyordum. Okuldan en kısa sürede çıkıyordum. Okul ve yurt arasında kalan boş zamanımda insanlara bakıp onları inceliyordum.

Gülen, gülümseyen, somurtan, ağlayan… Bir sürü insan.

Mutluluğun formulü neydi?

İşte tam bu soruyu sorduğum anda aklımda iki sahne belirdi. İkisi de iki farklı rüya gibiydi ama başlangıçları aynıydı. “Görmemişin mutluluğu olmuş.” suratlı bir adamı görmemle. Göz açıp kapayıncaya kadar gördüğüm bu iki görüntü gerçekte iki farklı uzun sondan oluşuyordu. İki seçeneğim vardı. Birini seçecektim.

İlk seçeneğim mutluluktan sinirimi bozan adama karşı içimdeki devrelerin atmasıyla başlıyordu. Oturduğum yerden kalkıp adama doğru öfkeyle koştum. Hiçbir şeyin beni engelleyemeyeceğine emin bir şekilde tüm kuvvetimi toplayıp o sinir bozucu surata yumruğu indirdim. Etraftakiler olaya tepki verecekken ben koşmaya başladım. Artık dayanamıyordum. Arkamdan bir kaç bağrışma sesi duydum. Bu yüksek sesli ahmaklardan başka kimse yaptığımla ilgilenmemiş olmalıydı.

Doğruca tek dostumun olduğu hastaneye koştum. Yapacağım şeye karar vermiştim. Yapmadan önce dostuma bir kaç şey söylemeliydim. “Dostum. Artık dayanacak gücüm kalmadı. Seni de beraberimde götürüyorum. Bir şekilde öteki tarafta buluşacağımıza inanıyorum. İnanmaktan başka çarem yok. Bundan sonrası varsa sizi ne olursa olsun bulacağım. Seni ve abimi. Eğer yoksa, elveda!”

Son sözlerimi söyledikten sonra dostumu hayata bağlayan kabloları parçaladım ve çatıya koştum. Abimin yolundan gitmeye cesaretimi bulmuştum. Kendimi bıraktım ve kablolar gibi parçalara ayrıldım.

İlk görüntüyü gördükten sonra parçalara ayrılan bedenimden korkmuştum. Ancak diğer gözümde bir başka görüntü daha oynuyordu. Ben o yolu seçtim. O seçenekle hayatıma devam ettim.

Bu seçenekte o sinir bozucu adamla başlıyordu. Ama bu sefer ilk görüntüden dolayı biraz daha sabırlıydım. O adamı yüzünü patlatmış kadar olmuştum. Dayandım ve bu adamı takip ettim. Yolda farklı ve değişik türden bir hareket yapmadı. Çeşitli yansımalardan gördüğüm kadarıyla yol boyunca gülümseyerek gitti. Evi olduğunu düşündüğüm yere geldiğinde, evine girmek yerine bahçesindeki toprağı eliyle açtı ve kocaman bir delik gözüktü. Bu delikten içeri giren adam bir daha dışarı çıkmadı. Toprak ise deliği tekrar kapamıştı. Bir süre bekleyip etrafı kolaçan ettikten sonra deliğin olduğu yere doğru gittim ve toprağı ellerimle eşeledim. Ama deliği bulamadım. Yurda döndüm.

Gece pek iyi uyuyamadım ve ertesi günü bekledim. Adamı buldum ve takibe tekrar koyuldum. Anlaşılan o delikten bir şekilde çıkmış olmalıydı. Aynı hareketleri yaparak gene evine girmedi. Toprağı eşeledi ve bana gözükmeyen delikten girere kayboldu. Tekrar deliği aramaya koyuldum ve gene başarısız olmuştum.

Öngörümde bir sonraki gün aynı adamı tehdit ediyor ve öyle konuşturuyordum. Ancak ben diğer mutlu insanları da gözlemlemek istedim ve bu sorgulamaya bir kaç gün ara verdim. Ertesi gün diğer mutlu insanları da gözlemledim ve hepsi yaşadığı yere farklı yollardan giriyordu ve bu yollardan ben giremiyordum. Bu epey bir şaşırtıcıydı.

Ağzının ortasına yumruk çakmaktan bir öngörüyle vazgeçtiğim adamı evine doğru giderken bir köşede sıkıştırdım ve ona karşı farklı bir tavır sergiledim. Bu sefer nazik bir şekilde bu mutluluğun nedenini sordum. Adamın cevabı hemen hemen öngörümdeki gibiydi. Tek farkı bu sefer gergin bir şekilde kesik kesik değil de düzgün ve net bir şekilde söylemiş olmasıydı. Adamın dediğine ve başkasından duyduğuna göre, hayatından bıkmış o, ben ve ona bunu anlatan adam gibi insanların yapması gereken şey, istemedikleri hayattansa görmek istedikleri hayatı görebilmek ve o hayatı yaşayabilmek için kendilerine bu hayata girebilmek için bir kapı açmakmış. Herkesin kapısının anahtarı kendisiymiş. Hiç kimse anahtarın isteği dışında başkasının hayal dünyasına giremezmiş. Ona kendi evimin farklı bir şehirde olduğunu söyledim. O da bunun bir önemi olmadığını şu an yaşadığım yerin kapısına yakın bir yerlerden kendi dünyama farklı bir pencere açmamı söyledi. Adama teşekkür ettim ve onu kendi dünyasına kadar geçirdim.

İlk işim yeni dünyama bir kapı yapabilmek için yurda gitmek oldu. Yolda bu işi düşündüm ve aklıma daha temiz yol geldi. Kendi dünyamın giriş kapısı yurdun kapısı olacaktı ve tek yapmam gereken anahtar olan kendimi o kapıdan içeri sokarken düşüncelerime doğru yöne çevirmekti. Ve bende bunu yaptım. Harikalar Diyarı’mdaydım. Uzun zaman sonra ilk defa gülümsemiştim. Mutluluğu bulmuştum. Mutluluğu bulduğum ilk andan itibaren aklımda iki kişi belirdi. Mutlu olmasını istediğim iki kişi.

Bu iki kişiyi düşündüğüm gibi ikisi de karşımda belirdiler. Onlara doğru koştum ve onları yere yıkacak bir güçle boyunlarına atladım. Sonsuza kadar onlarla yaşamak istedim. Geriye kalan her şeyi olması gerektiği gibi geride bıraktım ve bu yeni dünyamda ilk günümü mutlu bir şekilde geçirdim. Birileri yardım çığlıklarımı görmüştü ve sonunda mutluluğun formulünü buluştum.

Mutluydum.


Yazar

“Doğduğumdan ve kendimi bildiğimden, yani görüp, duyduklarımı algılayabildiğimden ve bunları hatırlayabildiğimden beri etrafımdaki şeylere ilgi duydum. Yavaş yavaş büyümeye ve etrafımı anlamaya başlıyordum. Gördüğüm her şeyi merak ettim ve sorguladım. Dünya dönüyordu ve sürekli değişiyordu. Biri ölüyor, biri doğuyordu. Bazı hikâyeler sonlanıyor. Bazılarıysa yeni başlıyordu. Ben farkında bile değildim ama benim hikâyem de başlamıştı ve temellerini gizli gizli atıyordu.


Etrafımda solan ve yeni yeni açmaya başlayan bu hayatlar, bu hikâyeler benim ilgimi çekti. Ben de kendi ellerimle bir dünya yaratmak istedim. Bir dünya yaratmak bana yetmedi. Dünyalar yaratmak istedim. Tüm bu dünyaları birbirinden bağımsız yarattım ama tüm bu dünyalar benim bileğimin benim kalemimin altında birbirlerine bağımlılardı. Onlar benim çocuklarımdı ve ben onları seviyordum. Çünkü isteyerek yapmıştım onları ve isteyerek yazacaktım bu dünyaları.


Böylece hikâye serüvenim başladı ve farklı farklı hayatları ele aldım. Yoldan geçen insanların hayatlarını tahmin etmeye çalıştım. Yüzlerini, kıyafetlerini, tavırlarını, düzenlerini ve yürüyüşlerini inceledim. Konuşmalarını dinledim. Hepsini anlamaya çalıştım ve hepsi ile ilgili bir hikâye yazmaya çalıştım. Onların hayatını kendi hayal gücümle harmanladım. Tüm bunları yaparken her şeyi kendime sakladım. Hiç kimseye hiçbir şey söylemedim.


Bir an olsun durmuyordum. Artık kontrolden çıkmıştım. Sürekli bir şeyler yazıyor sürekli bir şeyler düşünüyordum. Aklım fikrim farklı dünyalar olmuştu ve yine hikâyemin başlangıcındaki gibi ben farkında bile değilken kendi hayatımı gözlerimden kaçırmıştım. Bilmediğim tek dünya kendi dünyamdı. Hayal etmediğim, düşünmediğim tek dünya kendi dünyamdı.


Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Uzunca bir süre kendimi düşünmemiştim. Hâlâ daha kendimi düşündüğümü zannetmiyorum. O kelimeler olmasaydı kendi dünyamı algılayamazdım. O dünyaların hepsi bana karşı geldiler. Hepsi birlik oldu ve bana direndi.


Aklıma bir şey gelmişti ve bunu yazmak istiyordum. Ancak kalemim oynamıyordu. Bu sefer de aklımdaki şeyi düşünmek istedim. Düşünemiyordum. Kilitlenip kalmıştım. Elimi ve düşüncelerimi kıpırdatmaya çalıştım. Başarısız olmuştum. Bugüne kadar düşüncesizce kullandığım şeyler bana karşı birlik olup mücadele ediyorlardı. Onlara karşı olan ilgim onları sıkmış olmalıydı. Böyle düşünmüştüm. Ama hatalıydım. Onlar da beni benim onları sevdiğim gibi seviyorlardı. Bu yüzden benim için bir şey yapmak istediler.


Kendimi kaybetmiştim. Onlarsız ne yapacağımı bilmiyordum. Artık hiçbir şey yazamaz ve hiçbir şey düşünemez olmuştum. Kendimden başka.


Bir süre yaptığım şeyleri neden yaptığımı düşünmeye koyuldum. Etrafımda olan şeylere bu kadar ilgiliyken neden kendimi görmezden gelmiştim. Kelimelere ve bu kelimelerin buluşup birleştirdiği hikâyelere ve bu hikâyeler zincirlerinden oluşan dünyalara zulm mü etmiştim? Birbirimizi ne kadar sevsek de birbirimizi nasıl olmuştu da bu denli yaralayabilmiştik?


Artık karar vermiştim. Tüm hikâyeleri serbest bırakmaya karar vermiştim. Artık herkesin hikâyesi kendi elinde olacaktı. Kimsenin hayatına müdahale etmeyecektim ve kendi işimle ilgilenecektim. Bu yüzden bir daha elime kalem almadım. Aklıma yazı yazmadım. Onları kendi haline bıraktım ve kendi işime baktım.” dedi.

Özür dilerim.

Özür diliyordu. Her adımda özür diliyordu. Ayak bastığı kaya parçasından özür diliyordu. Ayakkabısına yapışan sakızdan ve bu sakızı oraya atan kişiden özür diliyordu. Bir tek ondan özür dileyemiyordu. Onun karşısına geçip yüzüne dahi bakamayacak durumda olduğu için geçmişten özür diliyordu. Yaşayamadıkları gelecekten özür diliyordu. Her şeyi berbat ettiği için özür diliyordu. Aldığı nefes için havadan özür diliyordu. Yağan yağmur damlalarından özür diliyordu. Birazdan canını alacak olan azrailden ve canını yakacağı bedeninden özür diliyordu. Düşeceği yerden, vereceği rahatsızlıktan dolayı etraftaki canlı cansız her şeyden özür diliyordu. Dayanacak gücü kalmamıştı ve kendini boşluğa bıraktı. Ölmeden önce kendinden özür diledi. Ne yaparsa yapsın ondan dileyemedi. Af da dilemedi. Dileyemedi. Elveda bile diyemedi. Bu sessizliğe, onsuzluğa dayanamadı ve hayata veda etti. Özür diledi.

Yağmur ve His

Doğduğunda hiçbir şeyin farkında olmayan ve masum olarak görülen çünkü her daim yeni doğan çocuğun masum ve günahsız olduğu düşünülen bir bebekti. Bir kaç yıl boyunca yağmurun farkında değildi. İlk defa yağmur ilgisini çektiğinde beş yaşındaydı. Annesine “Anne, gökten su sızıyor!” demişti. Annesiyse onu yağmurla tanıştırmıştı. O an onu büyüleyen bir şeylerin farkına daha varamamıştı. Ancak temel atılmıştı. Yıllar geçti, yağmurlu, yağmursuz yıllar. Bir gün dünyanın yaşadığı andan uzakta ve sanki yüzlerce kişinin arasında değilmiş gibi gökyüzüne baktı ve yağan su damlacıklarını ağır çekimde izledi. Etrafından geçenleri aldırmadan, omuzlarına çarpan omuzları hissetmeden, su damlaları haricinde hiçbir şeyi düşünmeden yağmuru izledi. Yağmuru diğer her şeyden daha çok sevmeye başlamıştı. Önce arkadaşlarının yerine koydu onu. Sonra ailesinin. Önce babasının, sonra kardeşinin ve en sonunda annesinin bile yerine koydu. Yağmurun yağmadığı günlerde hareketlerini azalttı ve minimuma indirdi. Gerekmediğini düşündüğü şeyleri yapmadı ve olabildiğince az hareket etti. Reflekslerini yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Ona çarpan tek bir şeye önem veriyordu o da yağmurun damlalarıydı. Herkesten ve her şeyden ve hiç kimsenin olmadığı, tamamıyla bir hiçliğin, unutulmuş bir diyarın ıslak ve sürekli yağmur alan topraklarına adımını attı. Kulağını yağmura, gözlerini göğe verdi. Dilini çıkardı ve tadına baktı. Zaman zamansa kokladı. Çırılçıplak bir şekilde yağmuru hissetmek için kendini yağmura adadı. Artık göz kapakları bile yağmura tepki vermez olmuştu. Gözüne damlayan su, göz kapağını kıpırdatamıyordu. Ağzı öylece açıkta kalmıştı ve dili dışarıdaydı. Üşüdüğünün farkında olmadan ve gözlerini bir an olsun kırpmadan öylece donakalmıştı. Ağzı suyla, gözü yaşla doldu. Yağmurun suyunda ve göz yaşlarında boğuldu. Hayata istediği gibi veda etti. Bedeni yere düşerken cebinden bir not düştü. Ancak yazılar silikleşmişti ve bu notu alabilecek kimse yoktu. Son sözleri kimseye ulaşamadan hayatına veda etmişti. Mutlu olduğunu sanarak mutsuzluk damlalarıyla boğulmuştu. Kendini kandırmıştı ama yağmuru asla.

Kız

Bir kız varmış.
Her zamanki gibi kitabını okuyormuş.
Hiç arkadaşı yokmuş.
Kitaplardan başka.
.
.
.
Arkadaşlığa dairmiş kitap.
Bir türlü birleşemiyorlarmış.
Birbirlerini bulup sarılamıyorlarmış.
Kız çok sinirlenmiş.
Küplere binmiş.
Kitabın sayfalarına bakmış.
Çoğu sayfa birbirinden uzakmış.
Tüm sayfaları yırtmış.
Hepsini yan yana koymaya çalışmış.
Olmamış.
Bazılarını üst üste koymuş.
Olmamış.
Her seferinde bazı sayfalar gene de birbirlerine uzak kalmış.
İşte o zaman anlamış.
Yanlış yapmış.
Bir yerde birleşen sayfaları birbirinden ayırmış.
Her şeyi elini yüzüne bulaştırmış.
Ağlamış.
Zırlamış.
Yalvarmış.
Yakarmış.
Kitap eski halini yeniden almamış.
Bitkin düşmüş.
Uykuya dalmış.
Günlerce uyumuş.
Gözlerini açmış.
Yatağındaymış.
Elinde bir kitap varmış.
Sayfalarını karıştırmış.
Her sayfasını yırttığı kitap bu kitapmış.
Biri hepsini bir ucundan tekrar bir araya toplamış.
Ağlamış.
Bu sefer mutluluktanmış.
Kitaplardan başka dostları da varmış.
Ağlamış.
Ağlamış.
Ağlamış.

Özledim.

Ben çok sevdim. Bu yüzden hep izledim. Yanıma oturan herkesi izledim. Belki onu gözlemlerim dedim. Belki o hala buralardadır,onu fark etmemi bekliyordur dedim. Herkesi gözlemledim. O güzel gözleri, minicik burnu ve elma yanakları izledim. O incecik dudakları gözlemledim. Gözlerinden gördüm. Burnundan nefes aldım. Yanaklarından sıktım. Dudaklarından öptüm. Ben sadece öylece oturup gözlemledim. Belki onu bulurum diye başımı sırama, masama, kollarıma gömdüm ve göz ucumla gözlemledim. Belki onu tekrar fark ederim diye hep izledim. Dikkatle gözlemledim. Ama onu bulamadım. Onun gibisine rastlamadım. Onun da beni gözlemlediğini bilmeden gözlemledim. Hep sol tarafımı izledim. Kalbime doğru dedim. O taraftadır dedim. Onunda beni kalbine doğru arayacağını bilemedim ve oturdum hep yanlış tarafı gözlemledim. Hayatım boyunca hep özledim. Hep gözlemledim.