4 Temmuz 2014 Cuma

Arayış

Uzun zamandır ailemin gerçek çocuğu olmadığımı düşünüyordum. Elbette onlar benim annem ve babamlardı ancak biyolojik açıdan işler daha farklı olabilirdi. Bunun en belirgin ispatı da üç yaşımdan önce çekilen hiçbir fotoğrafımın bulunmamasıydı. Bir diğer kanıt ise ailemdeki hiç kimseye benzemiyor oluşumdu. Bu fikirler aklımı kurcalarken bu olayı araştırmaya karar verdim. Aileme haber vermek istemedim çünkü onlar bana durumu anlatmak isteselerdi bunu vakti geldiğinde anlatırlardı diye düşündüm. Ben üzülmeyeyim diye bana gerçeği söylememiş olabilirlerdi ve bende onları üzmemek için tahmin ettiğim gerçeğe dair bir şey söylemedim ve işe koyuldum. Bundan onsekiz yıl önce bir şeyler olmuş olmalıydı. Yoktan var olacak değildim.

Günümüz teknolojisiyle bir şeyleri bulmak çok kolaydı. Gene de pek de yakın olmayan bir geçmiş için ve bilinmeyen bir arayış bu işi zora sokmuştu. Ancak böyle şeylerde fena sayılmazdım ve aradığım şeyi bulmuştum. Bulmuştum bulmasına ama karşılaştığım gerçek beni derinden sarsmıştı. Haberde yazana göre on sekiz sene önce annemle beraber araba kazası geçirmişim ve annem o gün ölmüş. Bize çarpıp kaçan kişi ise asla bulunamamış.

Çocukluğumdan beri bir kabus görürüm. Her seni aynı gün gördüğüm bu rüyada daha önce hiç görmediğim bir kişi vardır. Ancak bilinen bir gerçeğe göre daha önce görmediğimiz kişileri rüyamızda göremeyiz. Öyleyse ben bu adamı bir yerde görmüş olmalıydım. Aklımda olan şey sadece adam da değildi. Kırmızı renkli bir kamyon ve bu kamyonun plakası da aklımdaydı. Seneler boyu tekrar tekrar gördüğüm şeyin ne olduğunu sonunda anlamıştım. Bugüne kadar önemsiz bir şey olduğunu düşünmüştüm ancak bugün gördüğüm şeyin ne olduğunu anlamıştım. Derhal o plakanın kime ait olduğunu öğrendim ve bir müddet ne yapacağımı düşündüm. Aklıma bir plan geldiğinde ise bunu hızlı bir şekilde uygulamaya koydum.

Aradan o kadar çok zaman geçmişti ki ve ben bu olay yaşandığında o kadar küçüktüm ki anneme karşı herhangi bir şey hissetmiyordum. Ancak benden annemi alan bu adama karşı duyduğum hisler beni bile korkutmuştu. İşte bu yüzden ona bir ders vermeliydim.

Annemin o gün giydiği kıyafetlere benzer şeyler yaptırdım ve annemin saç renginde ve şeklinde bir peruk aldım. Bu adamın işini öğrendim ve takip ettim. Her gün belirli yollardan geçiyordu ve bu onu korkutmak için bana harika bir şans veriyordu. Tamamiyle anneme benzemek üzere kendimi bir kaıdna benzetecek her şeyi yapmıştım ve bir kaç ay boyunca belirli aralıklarla adamın rotasında bir kaldırım kenarında öylece durdum. Ancak bunun pek de bir işe yaramadığını anladığım zaman planımı bir adım ileriye taşımaya karar verdim. Adresini aldığım bu adamın evine gidip kapısın çaldım. Kapıyı açtığında yüzü bembeyaz olmuştu ve bir süre boyunca kendine gelemedi. Bir kaç dakika bakıştıktan sonra kendine gelen adam bana güler yüzle bir şeyler söylerken bir yandan bacağını titreyen eliyle sıkıyordu. Bir süre daha adama bakıp orayı terk ettim.

Daha fazla bir şey yapmama gerek olmadığını o an anlamıştım. Ve bir sonraki günün gazetesi düşüncemi doğrulamıştı.

Adam teslim olmuştu.

Teslim

Kamyonumu ikinci şoföre teslim ettikten sonra evimin yoluna koyuldum. Yolun yarısını geçmiştim. O düşünceler sarmıştı tekrar aklımın dört bir yanını. Aklımda hep o vardı. O olaydan sonra yüzünü asla unutamamıştım. Yaptığım şey affedilemezdi ve hayatımın sonuna kadar bunun acısını çekecek, yükünü taşıyacaktım.

Eve geldiğimde güzel bir uyku çekmek istedim ve kendimi direk koltuğa attım. Beni evde bekleyen kimse yoktu ve bu bir yandan kötü, bir yandansa iyi bir şeydi. Yalnız yaşamayı sevdiğim için benim için daha iyiydi.

Her zamanki gibi kamyonumla beraber teslimat yapıyordum. Ancak fazla yorgun olduğum için gözlerim uzun bir süre kapalı kaldı. Gözlerimi açtığımda önümde bir araba vardı ve görünüşe göre kırmızı ışıkta geçmiştim. Arabanın içinde görebildiğim bir kadın ve korku dolu yüz ifadesiydi. Çarpışma yaşanacakken terler içinde çalan kapı sayesinde uyandım. Kapıyı açtığımda karşımdaki kişiye gördüğüme hiçbir hücrem inanamamıştı. İşte biraz önce kabusuma konuk olan, yıllardır içimi kemiren insan karşımdaydı. Bir süre boyunca ne konuşabildim ne de hareket edebildim. Hatta ve hatta gözlerim dahi kararmıştı. Kendime geldiğimde o hâlâ karşımdaydı ve onu tanımıyormuş gibi yapmaya karar verdim. Güleryüzle karşıladıktan sonra ne istediğini kibar bir şekilde sordum. Hiçbir şey söylemeden yüzüme bakıyordu. Yine gördüğüm o hayallerden biri olduğuna kanaat getirdim. Kazadan sonra her gün bir köşede onu görür olmuştum. Ancak bugüne kadar hiç bu kadar net bir şekilde görmemiştim. Artık düşünemiyordum. Kapıyı kapattıktan sonra bir kaç adım attım ve bilincimi kaybettim.

Kendime geldiğimde evin içi kapkaranlıktı. Ayaklanıp dışarı çıktım ve gazete bayiilerinden birine gittim. O günden bir sonraki günün gazetesini arıyordum. Bulmak epey zor olmuştu ama bulmuştum. Aradığım haber de işte oradaydı. Onun fotoğrafı sayesinde bunu anlamıştım. Başlık şöyleydi; "Talihsiz bebek yetim kaldı."

Kalbim deli gibi atıyordu ve bedenim eriyen bir buz gibiydi. Onca sene bunun farkına bile varmamıştım. Çarptığım arabanın içinde biri daha vardı! Hem de masum bir çocuk! Tanrım! Ben yapmıştım! Çoktandır yapmam gereken şeyi yapmaya karar vermiştim.

Teslim oldum.

1 Temmuz 2014 Salı

Na-fâni Dünya

İntihar eyleminden ve bu eylemi gerçekleştirmekten korktuğum için kendi çizdiğim yolda kendime işkence ettiğim bir başka gündü. Pişman olduğum yüzlerce karar, değiştirmek istediğim binlerce an vardı. Ama geçmişe bakarak yaşamak günümü bozguna uğrattığı gibi geleceğime de köstek oluyordu. Kendim içim çizdiğim yol başkalarının düşüncesiyle şekillenmemiş olsaydı, hayatımdan bu kadar pişman olmazdım. Başkalarını tatmin etmeye çalıştıkça kendi hayallerimi körelttim ve onları çoktandır unuttum bile. Yaşamayı unuttum. Kendime cesaret verip ölmeliydim. Ancak bunu yapamayacak kadar korkak biri haline gelmiştim. Bana deli cesaretini verebilmesi için ilaç ve içkiye başvurdum. Romantik bir ölüm peşinde değildim ve beni anında öldürecek bir şeyler arıyordum. Bunun için şehrin en yüksek binasına çıktım ve ardımda büyük bir leke bırakacak şekilde ölmeye karar verdim. Beni yanlış yönde şekillendiren her insan için ayrı bir damla kanımla beraber asfalta resmimi yapıştıracaktım.

Asansörle çıkılabilecek katları katettikten sonra bir kaç katı da merdivenle çıkmıştım. Hiçbir şekilde ritmimi değiştirmeden yürüdüm ve kendimi boşluğa bıraktım. Rüzgar nefes almamı zorlaştıracak derece de büyük bir basınçla beni ezerken ben taklalar atarak yere yuvarlanıyordum. Nefes almaya çalışsaydım bu benim için işkenceden farkısz olurdu ve ben sadece ölmek istiyordum. Düşüncelerimi bir kenara bıraktım ve onlarla beraber yere yapıştım.

.
.
.

Ancak bir şey oldu ve ölmemiştim. Üzerimde kanlar vardı, kıyafetlerim yırtılmıştı, vücudumda ağrı hissediyordum. Ama ölmemiştim. Bu nasıl olabilirdi ki? Etrafıma toplananlarda aynı tarz soruları kuru bir gürültüyle etrafa saçıyorlardı. Kalabalığı gören duruyor, kimi arabasından iniyor, kimi pencereden bakıyordu.

Herkesin şaşkınlığına elini yüzünü silkip kendine getiren bir olay gerçekleşti. Konuşulanlardan ve bağıran bir adamdan anladığım kadarıyla, birinin arabası çalınmıştı. Çok hızlı bir şekilde caddeye fırlayan arabaya hatrı sayılır bir hızla gelen bir kamyon çarptı ve büyük bir gürültü meydana geldi. Etrafımdaki kişiler olay çevresine ilerlerken kimse beni kaldırmak için yeltenmemişti bile. Kendi çabamla yerimden kalkıp olay yerine ilerleyince kamyon sürücüsünü de hırsızı da kanlar içinde arabalarından fırlamış bir şekilde etrafa savrulmuş bir halde gördüğümde beni şaşırtan şeyin ikisininde hiçbir şey olmamış gibi hareket edebiliyor olmalarıydı.

Günler ve aylar geçtikten sonra bu ve bunun gibi olaylar sıkça duyuldu ve artık heyecan verici bir haber olmaktan çıkmştı. Hiçkimse ölemiyordu ve herkes bunun tadını çıkartıyordu. İşi gücü bırakan insanlar sadece keyiflerine göre takılıyorlardı. Ancak aradan kısa bir müddet geçtikten sonra sadece tüketici haline geçmiş olan bu insanlar bir şeylerin farkına yavaş yavaş da olsa farkına varmaya başladılar. Ancak bu farkındalık haddinden fazla geç ortaya çıkmıştı. Yaşamayı beceremeyen insanlar ölemediklerinin farkına vardıktan sonra  yaşamamayı becermeye yaşadıklarını zannettikleri bir illüzyon içerisinde başladılar. Ve bu insanlığın sonunu hızlı bir şekilde getirdi. Kimin umrundaydı ki? Zaten kimse ölmüyordu! Ama olay şuydu ki; Kimse yaşayamıyordu da.

Yüzyıllar boyu ölümsüzlüğü arayan insanlar nasıl olduğunu belki de asla anlayamayacakları bir sebepten dolayı ölümsüzlüğe kavuştuklarından kısa bir süre sonra ölmenin yollarını arar olmuşlardı ve bu kim ne derse desin acınası derecede komik bir hadiseydi. Bu arayışın sonuç vermeyeceğine inananlar ortaya çıkmıştı ve bu insanlar ölmek için değil yaşamak için bir yol aramaya koyuldular ve bu arayış insanların pişmanlıklarını ve bir zamanlar yaşayamadıkları hayatları yaşamaları için kullanabilecekleri fırsat haline geldi. Bu insanlardan biri de bendim ve ölmek için değil yeniden doğmak için yaşamaya koyuldum.

İşte gidiyorum!

19 Nisan 2014 Cumartesi

İnsan Bahçesi

Tüm hayatımı çalışmakla harcadım. Sürekli para kazanmanın peşinde koştum. Bundan daha önemli bir şey olduğunu düşünmedim. Bunun için elimden geleni ardıma koymadım ve bu yolda başarı için hiçbir şeyi esirgemedim. Ama gün geldi. Emekli oldum. Elimde bu paralarla kalakaldım. Yapacak satın alacak hiçbir şeyim yoktu. Dünyalar benim olmuştu. Uzaya gitmeyi düşündüm ama bunun için çok yaşlıydım. Bu yüzden kendimi kitaplara verdim. Okudum, okudum, okudum. Günler, haftalar geçti ve ben sadece okudum. Bazen yemek yemeyi bile unutuyordum. Uyumaya ayırdığım vakit azalmıştı. Bu gibi şeyler beni okumaktan alıkoymaya yetmezdi. Yetmeyecekti. Böylece bilgi havuzunda kendimi boğmaya devam ettim.

Temel ihtiyaçlarımdan yoksun yaşarken emekli olmadan önce ki yaşamımda yaptığım açgözlülüğü gördüm. Bu aç gözlülüğün sadece bende olmadığını da gördüm. İnsanlar olarak yaptığımız hiçbir şeyin sağlam temellere dayanmadığını ve umarsızca etrafa saldırdığımızı gördüm. Neyi niye yaptığımızı düşünmeden sadece etrafa zarar verip kendimizi yüceltmeye çalışıyorduk. İşte o zaman bir şey yapmaya karar verdim. Bunu yapacak paraya, bilgiye ve tüm dünyaya sahiptim. Hızlı bir şekilde işe koyuldum.

Tüm dünyayı bir hat üzerinde çevreleyecek büyük bir kolon şeklinde bina yapacaktım. Dünyayı duvardan bir iple saracaktım. Milyonlarca işçi bu yapıya aynı anda başladılar. Kimi zaman suyun altından kimi zaman dağların içinden geçti bu yapı. Hiçbir şekilde yıkılmayacak türden bir yapıydı. Dünya üzerindeki en sağlam şey burasıydı. Ve bu yeri insanları kandırmak için kullandım.
"TÜM İHTİYAÇLARINIZI GİDEREBİLECEĞİNİZ ÜTOPYANIZ"
Onlara her şeyi sundum. İstedikleri şeyleri yiyip içebilecek, istedikleri lüksün içinde yatabileceklerdi. Bunun için bu devasa yapının altına da demir yolu yaptırdım. Her şey hazırdı. Her türlü ihtiyaç herkes için vardı. Hiç kimseden para istemedim. Hiç kimseden hiçbir şey istemedim. Milyarlarca kişinin ilgisini çekti burası. Çoğu kişi açgözlülükle saldırdı. Nankörce davrandı. Buna rağmen minnettarlıklarını dile getiren mektuplar da alıyordum. Zaman zaman çıkmak isteyenler oldu ama buranın ilk kuralı buradan çıkışın olmamasıydı. Gözleri zevklerle dolan insanlar bu kuralı okumamışlardı bile. Her şeye sahip olduklarını düşündüler.

İlk zamanlar özgürlerdi. Yazı, kışı, baharları onlara yaşattım. Ama günler geçti ve onların elinden her şeyi bir bir aldım. Onlara insanlığın yaptığı tüm kötülükleri birer birer her günün sonunda gösterdim. Bir yandan da ihtiyaçlarını gidermelerinin her türlü yolunu engelledim. Bir süre sonra sefil bir şekilde kalmışlardı. Sürekli kavga ediyorlardı. Aylar sonra yoruldular ve herkes kendi köşesine çekildi. Öylece yatıyorlardı. Kimsenin ölmesine izin vermedim. Herkese sağlam bir ders verecektim ve kimsenin ölmesine izin veremezdim. Dersin sonuna geliyorduk.

Onlara diğer canlıları gösterdim. Onlara insansız bir dünyayı gösterdim. İnsansız bir doğanın güzelliklerini tek tek gösterdim. Kendilerine ve dünyaya verdikleri zararları birer birer akıllarına soktum. Gösterebilecek hiçbir şey kalmayınca ise onları kendi hallerine bıraktım. Basit ihtiyaçlarını gidermelerine izin vermekten başka hiçbir şey yapmadım. Düşünmelerine yetecek kadar günler geçtikten sonra ise onları özgür kıldım. Ama kimse dışarı çıkmak istemedi. Doğayı tekrar bozmak istemediler. Kimse yerinden kıpırdamıyordu. Ağlayanlar, çığıranlar çoktu.

Kapıları açıp, özgürlüklerini verdikten sonra, onlara son sözlerimi bıraktım ve intihar ettim.

"Dünyaya iyi bakın."

8 Mart 2014 Cumartesi

Bilgilendirme

Tanrı - http://kelimelerdenhikayeler.blogspot.com.tr/2013/12/tanr.html hikayesinden sonra
Uyanış - http://kelimelerdenhikayeler.blogspot.com.tr/2014/02/uyans.html adlı hikaye okunmalıdır.


Dilenci - http://kelimelerdenhikayeler.blogspot.com.tr/2014/02/dilenci.html hikayesinden sonra
Yardım - http://kelimelerdenhikayeler.blogspot.com.tr/2014/02/yardm.html hikayesi okunmalıdır.

Misafir - http://kelimelerdenhikayeler.blogspot.com.tr/2014/03/misafir.html hikayesinden sonra
O Adam - http://kelimelerdenhikayeler.blogspot.com.tr/2014/03/o-adam.html adlı hikaye okunmalıdır.

Teslim - http://kelimelerdenhikayeler.blogspot.com.tr/2014/07/teslim.html
Arayış - http://kelimelerdenhikayeler.blogspot.com.tr/2014/07/arays.html

Bu hikayeler birbirleriyle bağlantılıdırlar.

6 Mart 2014 Perşembe

O Adam

Tek başıma ev sahipliği yaptığım kasabamdan ayrılıp şehre çalışmaya gidiyordum. Bunu her gün yapmasaydım delirirdim biliyorum. Şehirdekilerden duyduğuma göre buraya "Hayalet Kasaba" diyorlarmış. Nedenini çok iyi biliyorum. Çünkü o çığı atlatan ve kasaba halkından geriye kalan tek kişi benim. Ve bu karların altında yatan ve buranın gerçek sahiplerinin mezarını elleriyle kazan kişi de benim. Çok iyi hatırlıyorum. Bir günde on kat yaşlanmıştım. Birden yetişkin olan bir çocuktum ben. Her şey o felaketle başladı. Onlar için yapabileceğim tek şey vardı ve ben bunu elimden geldiğince iyi bir şekilde yapacaktım. Bunu onlara borçluydum.

Kendimi ne zaman düşünceler içinde boğuluyormuş gibi hissetsem kendimi karların içine attım. Soğuk bir tokat beni kendime getirecek güçteydi. Bir kaç gün boyunca tüm tanıdıklarımı kendi ellerimle taşıyıp toprağın altına gömdüm. Bunu nasıl yaptığımı şu an bile bilmiyorum. O an elimde yapabilecek bir şeyler olmasa ve kendimi bir şeylerle meşgul etmeseydim, bu günlere gelemeyeceğimi de çok iyi biliyorum. Dediğim gibi bir günde yaşlandım. Bilge bir çocuktum. Olmak zorundaydım.

Bu görevi bitirdikten sonra kendime yeni bir meşgale bulmalıydım. Düşünmemek için elimden geleni yapmalıydım ve kendimi şehre giderken buldum. Herhangi bir uğraş beni rahatlatacaktı. İlk gördüğüm yere daldım ve orada o adamla tanıştım. Bana ışığı tanıtan adamdı o adam. Bende bir gün o adam olmak istiyordum. Bu isteğim yıllar boyu süren çıraklığım boyunca gitgide artmıştı. Yaşadıklarımı da öğrenen ustam bana aileymişiz gibi davranarak bana kucak açmıştı. O olmasaydı gerçekten ne yapardım bilmiyorum. Hayatta her zaman şanslı olamıyorduk ama zaman zaman da olsa şans benim bile yüzüme gülüyordu. Sıcak bir tebessümle başlayan harika bir kahkaha.

Her gün çalışıyordum ve her gün kasabaya geri dönüyordum. Bir daha asla orada uyuyabileceğimi düşünmüyordum ama o kasabayı orada görmek istiyordum. Oraya gözüm gibi bakmalıydım. Geriye kalan tek hatıram oydu ve ona çok iyi bakmalıydım. Ama yıllar sonra bir gün bir şey oldu. Kasaba yolunda bir hareketlilik gördüm ve bu hareket cümbüşünü sessizce takip ettim. Anlaşılan buraya birileri göç ediyordu. Günler boyu onları izledim. Çığın zarar verdiği her yeri tamir edip kasabada kalmaya başlayan bir grup insanın ihtiyacı olan tek şey yapay bir güneşti. Onlara birileri ışık götürmeliydi. Bir gece karanlığın kasabayı hapsetmesini bekledim ve elimde fenerimle çıktım yola. Kasabanın doğusundan köye yaklaşmaya başladım. Kasabanın yeni sakinleri beni sıcak dolu bir şekilde karşıladılar ve her gün onlardan birinin evinde kalmaya başladım. Her gittiğim evi ışıklandırmayı da ihmal etmiyordum. Onlar sayesinde yıllardır gelmediğim kasabama gelmiş aynı anda hep eski hemde yeni tanıdıklarımla beraber kalabiliyordum. Her ziyaretim eski bir dostla görüşmek gibiydi. Tüm ziyaretlerim sırasında fark ettiğim en önemli şey onların da bu yere yabancı hissetmeleriydi. Onlar da buranın misafirleriydi.

Onlar da gözlemlediğim bir diğer şey ise hangi eve gidersem gideyim gördüğüm bir şeydi. Minnettarlık duygusu. Oysa hikâyemi bilmiyorlardı ve beni bu topraklara geri getirdikleri için asıl minnettar olan bendim. Ama onlara trajedimi anlatamazdım. Onlar için bir şey yapmak istedim. Onlar için ve geçmişte kaybettiğim kasabam için.

Bu sıralarda ustamı kaybettim. İşimi de kaybettim. Ama üzülecek zaman hâla gelmemişti.

Kasabaya yeni ev sahiplerini getirmiştim. Bunu herkesin hareketlerinden anlıyordum. Artık daha rahattılar bu topraklarda. Artık sahiplenmişlerdi kasabayı ve bu sayede burası artık hayalet bir kasaba değildi. Aksine yıldız gibi parlıyordu gecenin zifiri karanlığına inat. Sanıyorum ki onlar için harika bir misafir olabilmiştim. Görevimi tamamladığımı düşündüğüm zaman kendimin farkına vardım. Vücudumun ve ruhumun. Artık bitap bir haldeydim ve kasaba halkından rica da bulundum. Bir kaç gün istirahat etmek üzere bana verdikleri bir eve çekildim. Günlerce ağladım. Günlerce yakardım. İçim dışına çıkana kadar ağladım. Acı dinsin istedim ama günler boyu bitmedi o acı. Ve bir gün zamanımın geldiğini anladım. Ağlamam durdu. Ben durdum. Bir daha hareket etmemek üzere durdum. Gözlerim kapandı ve gözümden düşen son bir damla mutluluk yaşıyla beraber kasabama veda ettim.

5 Mart 2014 Çarşamba

Misafir

Elinden tuttuğu babasıyla gündüzün nadir uğradığı anlardan birinde kasabayı çevreleyen dağların doğu yamacında resmedilmiş bir yüz gören küçük kız merakına yenik düşüp ona o kişiyi sormuş. Babası da kızına şöyle bir bakıp daha sonra da dağda ki yüze dönmüş ve anlatmaya başlamış.

"Sana da daha önce söylediğim gibi bu kasabaya biz göç ederek geldik. Bu evleri de biz yapmadık. Göçümüz esnasında bu yeri bulduk ve buraya yerleştik. O adam gelene kadar burası hayalet kasaba olarak anıldı. Güneş buraya pek uğramaz sen de bunu çok iyi biliyorsun. Biz buraya geldiğimizde bu gördüğün evler kırık dökük bir haldeydi. Kiminin çatısı kiminin bacası eksikti. Oturduk hep beraber çalıştık ve kasabaya biraz olsun çeki düzen verdik. Uzun bir yolculuktan geliyorduk ve başka bir yere gidecek gücümüz de yoktu. Yıllar boyunca kendimizi burada misafir gibi gördük ve bir türlü kendimizi evimizde hissedemedik. Şu an bu hissi hissetmiyorsun çünkü o hissi bu adam elimizden aldı ve yerine aitlik hissini koydu.

O adamın geldiği günü dün gibi hatırlıyorum. Oysa o zamanlar daha senden birkaç yaş büyüktüm. Karanlık bir günün karanlık bir vaktinde uzaklardan bir ışık hüzmesi belirdi. Zifiri karanlıkta bu ışık o tarafa bakan herkesin dikkatini çekmişti. Işık gitgide yaklaşıyordu ve hepimiz heyecana kapılmıştık. Çünkü gündüz vaktinden çıkalı daha bir kaç saat olmuştu ve karanlık kasabayı etkisi altına daha yeni yeni almaya başlamıştı. Tekrar gün yüzü görmemize daha çok vardı. Hepimiz nefeslerimizi tuttuk ve ışığın bize yaklaşmasını bekledik. Ve o an geldiğinde hepimiz o adamı gördük. Bu adam hepimizin şaşkınlığını gördü ve gülümeyerek bize baktı. Bu sıcak karşılamayı biz yapmalıydık çünkü ilk defa ev sahibi gibi hissetmiştik ve ilk misafirimizi sıcak bir gülümsemeyle karşılaması gereken kişiler de biz olmalıydık. Bu düşüncenin farkına herkes hemen hemen aynı anda vardı ve hep beraber adama gülümseyerek baktık. Sıcakkanlı bir kaçımız ise çoktan bu misafire sarılmıştı bile.

Günler, haftalar, aylar geçti ve bu adam her gün aynı saatte kasabaya geldi. Kasaba da sürekli kalmıyordu çünkü kendisini her daim bizim misafirimiz olmaya adamıştı. Her geliş gidişinde kasabaya ışık da getirdi. Bu ışık iki türlü ışıktı. Birincisi bizi karanlıktan koruyan ikincisi ise... Umut. Ne demek istediğimi şimdi anlayamıyor olsan da belki günün birinde anlayacaksın sevgili kızım.

Bu adam her geldiğinde başka bir evin misafiri oldu ve her gittiği eve layığıyla bir misafir oldu. Hepimiz yavaş yavaş ev sahibi olarak hissetmeye başlıyorduk. Seneler geçtikten sonra bu yeri artık evimiz olarak görmeye başlamıştık. Yıllardır bir misafir gibi davrandığımız bu topraklarda evimizde gibi hissetmenin bize verdiği mutluluğu sana anlatamam kızım. Bazı şeyleri sadece yaşayarak anlayabilirsin.

Bu adam bize umudu verdi. Bu adam bize ışığı getirdi. Bu adam bize evimizi verdi. Bu adam bizi biz yaptı. Karşılığında ne istedi biliyor musun? Yaptığı her misafirlikte gülen yüzler görmek istedi. Tek istediği buydu. O adam misafirliğini bitirince ardından ağlamayan hiç kimse yoktur. Hayır, üzüntüden değil kızım. Aksine saf mutluluktan.

Ve bir gün o adamın misafirliği sona erdi. Biz de o adamın anısına bu dağa onun yüzünü kazıdık. İşte bu adam, ardından güneşi getiren adam. Ve güneş kızım, söylememe gerek yok. Herkes gibi sende ne kadar değerli olduğunu biliyorsun."

Son sözlerini gözlerinde yaşlarla söyleyen adam, hikâyesini bitirdiğinde, yere oturduklarını ve kızının yüzünde bir gülümsemeyle kucağında uyuduğunu fark etti. Göz yaşlarını silerken yüzüne bir tebessüm kondurdu ve o adamın ardından güneşin doğuşunu bir kez daha izledi.

28 Şubat 2014 Cuma

Uyanış.

 Tanrı - http://kelimelerdenhikayeler.blogspot.com.tr/2013/12/tanr.html hikayesinin devamıdır.

Tanrı uykusundan gördüğü bir rüyayla birlikte uyanmış. Aklında bir fikir varmış ve bunu hemen uygulamak üzere işe koyulmuş. Eski laboratuvarı yok olmuş olmasına ama her şeye gücü yetebileceğinden yeni bir laboratuvar yapmaya karar vermiş. Her türlü düzeneği kurduktan sonra evrenin durumuna göz atmak için gözünü şanseseri yaptığı şaheserine çevirmiş. İnsanların Dünya'yı yok edip, evrene yayıldıklarını görmüş. Ve onu rüyasından uyandıran asıl şeyin ne olduğunu o an anlamış. Evrende ardı arkası kesilmeyecek patlamalar zincirinin başlangıç noktasında rüyasından ayrılmış ve uyanmış. Çünkü insanlar evrenin altını üstünü getirip, evrene Dünya'ya yaptıklarını yapmışlar. Bu olanları gören Tanrı hemen laboratuvarına koşmuş ve yeni kontrol mekanizmasıyla evrenine bir güncelleme yapmış. Her şeyi yerli yerine koymuş ve düzeni tekrar getirmiş. İnsanların yıkıcılığını ve bencilliğini onlardan almış ve onlara daha iyi bir kişilik vermiş. Gönderdiği dinlerden vazgeçmiş ve tapma sistemini ortadan kaldırmış. Bu sefer hayranlık duygusu oluşturmak istemiş. Çünkü artık insanlara karşı kendisini daha yakın hissetmiş ve onlara bir çocuğun oyuncaklarına yaklaştığı sevgi dolu ellerle yaklaşmış. Bir süre oturmuş ve düzeni izlemiş. Her şey yerli yerinde gidecek gibiymiş. Kendini tekrar Şekerleme Konağı'na çekmiş ve evren haricindeki her yerin zamanını durdurmadan önce evreni sıfırlamış. Bir daha asla olanlara karışmamaya karar vermiş ve oyuncaklarından vazgeçerek kibrini bir kenara atmış. Kendini ilk defa düşünmeyerek sistemine veda etmiş. İnsanların onu düşünürken hayran dolu betimlemeler kullandığını, ona şiirler, kitaplar yazdıklarını, onun için besteler yaptıklarını, onu renklerle ifade ettiklerini düşünmüş. Ve bu hayallerle tekrar sonsuz uykusuna yatmış.

.
.
.

Ta ki insan oğlu Tanrı seviyesine ulaşıncaya dek.

27 Şubat 2014 Perşembe

Tepkisiz

Dünyanın henüz balta girmemiş, her gördüğü yere para gözüyle bakan insanlarca keşfedilmemiş bir ormanın tam ortasında yaşayan ve çevresindeki her şeye karşı duyarlı olan bir kabile varmış. Bu kabileden bir ailenin çocuğu olmuş. Çocuk doğduğunda ne ağlamış ne gülmüş. Herhangi bir tepki vermeden öylece durmuş. Kabile ayaklanmış ve ellerinden gelen her şeyi yapmış. Her türlü şifa verici bitkiyi denemiş, her türlü töreni uygulamışlar. Kendi inançlarınca dualar etmiş ve kendi tanrılarına yalvarıp yakarmışlar. Ancak çocuk hiçbir tepki vermeden büyümeye başlamış. Bu sırada kabile, yıllar sürecek olan tartışmalarına başlamış. Kabile halkından hiç kimse daha önce dışarıya çıkmamış. Ancak her daim bir kaç kaşif dışarının teknolojisiyle ilgilenirmiş. Bu sayede dışarıya dair bilgileri varmış. Düşünmüşler, taşınmışlar ve bir karara varmışlar. Onlar gibi çevrelerindeki her şeye tepki veren insanların böyle bir çocuğu kabul etmelerinin olanaksız olduğuna karar vermişler. Kasabanın kaşifleri edindikleri bilgileri kullanarak bu çocuğu en yakın şehirdeki gündüz vakti insan çeken ancak geceleri bir kaç ayyaştan başkasını barındırmayan bir parka bırakmışlar.

"Bu hikâyeyi ben uydurdum." diye sözlerime devam etmek isterdim ama beni buldukları yerde bir takım çizimler varmış ve tüm bu hikaye kağıt benzeri bir şeyin üzerine resmedilmiş olarak bırakılmış. Hiçbir şeye fiziksel olarak tepki veremiyor oluşum bir gerçek. Ancak bir şeyi asla akıl edememişler ki böyle bir yola başvurmuşlar. İçimi. Ruhsal olarak verebileceğim tepkileri hiç düşünmemişler ve beni terk etmişler. Bu olaya hiçbir tepki vermiyorum ama aslında içimde bir şeyler beni kemiriyor ve ben çok üzülüyorum. Kendimi en iyi ifade edebileceğim şey olarak bu kelimeleri yazıyorum. Bu sayfaların ardına da benim hikâyem gibi resimlerden oluşan bir hikâye çizeceğim. Bu kelimeleri anlatacak olan bu çizimler benim duygularımı resmedecekler.

Uzaklardaki beni terk eden ailem. Size bir kaç sözüm var.

Doğuşumun üstünden yıllar yıllar geçti ve ben hiçbir şeye tepki vermeden yaşamaya devam ediyorum. Yakın zamanda bana bakan ailemden babamı kaybettim. Çok ama çok iyi bir insandı ve bunu sizin aksinize bana bakarak ispat etti. Ve gerçekten de benim için elinden geleni yaptı. Onu kaybettiğim zaman hiçbir fiziksel tepki vermedim. Ama size hissettiğim üzüntüyü ne bu kelimeler ne de resmedilen hikâye anlatabilir.

Bundan bir kaç ay sonra bir kardeşim oldu. Bir kız. Gerçekten çok mutlu oldum ama ne yazık ki bunu ifade edemedim. İlerleyen senelerde sizin gibi o da beni anlamaz diye çok korkuyorum ama bir yandan, içimden gelen bir ses, bir his ona güvenmemi söylüyor ve ben buna tutunuyorum. Çünkü gerçekten çok mutlu oldum. Üzüntümün üzerine gelen bu mutluluk acımı biraz olsun hafifletti.

Size daha bir çok hikâyemi anlatabilirim ama kendimi daha fazla üzmek istemiyorum. Bu satırları yazarken gözlerimden yaşlar dökülüyor. Sanırım bir tepki vermeye başlıyorum. Hayatımda ilk defa tepki veriyorum ve bu da derin bir üzüntüm yüzünden oluyor. Bu beni mutlu etmiyor. Beni mutlu eden şey tepkisiz doğmam. İyi ki tepkisiz doğmuşum ve iyi ki beni başka bir aileye vermişsiniz, çünkü sizin gibi tepkili olmaktansa kendim gibi tepkisiz olmayı tercih ederim. Bunu her zaman yaparım. Artık size elveda deme zamanı geldi. Umarım asla görüşmeyiz. Kendinize bensiz bakın.

.
.
.

Onların bana yaptıklarına rağmen, ben onlara bir hediye bıraktım. Aslında tepki vermemiş olmama rağmen tepki verdiğimi düşünsünler istedim. Belki mutlu olurlar dedim. Belki dedim... Bu mesajı çoğalttım ve dört bir yana elimden geldiğince dağıttım. Denizlere şişeler bıraktım. Kuşların bacaklarına kağıtlar sardım. Ve mesajımın iletileceğini umarak hayatıma devam ettim.

Tepkisiz bir tepkiyle.

"Ama... Neden?"

Kendimi nereden anlatmaya başlasam bilemiyorum. Doğduğum andan öldüğüm ana doğru ilerlemeyi tercih ediyorum. Ve işte hikâyeme başlıyorum.

Herkes hayata ağlayarak başlar. Bense gülümseyerek doğmuşum. Gerçekten bu bana bile ilginç gelmişti. Bir insan böyle bir hayata nasıl gülümseyerek gelir ki? Saflık işte.

Çocukluğumdan beri babam genellikle işte olurdu. Maddi durumumuzda pek iyi değildi. Bu yüzden anneme türlü türlü konu da yardım ederdim. Ama bu yardımlara başlamadan önce her daim söylediğim iki kelime vardı ki ben bu iki kelimeyi bir bütün olarak kullanmayı seviyordum. "Amanedeeeeeeeeen?"

Annem ne zaman benden istemediğim bir şeyi yapmamı söylese her daim ona bu kelimeyle cevap verirdim. Buna rağmen ona elimden geldiğince yardımcı olurdum. Dışarda gezerken pek bir şey istemezdim. İstesem dahi annem "Olmaz oğlum." dediğinde ikinci defa sormaz, ısrar etmezdim. Dedikleri şeyleri ne kadar söylensem de yapmaya, elimden geldiğince ona yük olmamaya çalıştım.

Ama yıllar geçti. Ev içindeki düzen bozuldu. Ve doğumumdan değindiğim hayata sitemim bu yaşlarda doğmaya başladı. Evin heyecanı kaçınca, çevremi izlemeye, kendimi ve etrafı tanımaya başladım. O eski heyecanı dışarıda aradım. Ve ben merak ettikçe sorguladım ve sorguladıkça anladım. Berbat bir dünyaya gelmiştim ve bu tamamen benim kararım dışında yaşanmış bir şeydi. Çocukluğumdan kalma kelimem bu sıralarda  tekrar gün yüzüne çıkmaya başladı. Biraz değişmişti gerçi. "Tamam da neden?", "Peki ama neden?" "Neden?

Her sorumun ortak noktası bir sebep arayışım olan "Neden" sorusuydu. Ve ben asla bir neden bulamadım. Aklım almıyordu böyle bir yaşamı ve bundan önceki yaşamları da bilemeden anlayamazdım bu dünyayı. Ama kitaplara ve diğer kaynaklara güvenemiyordum. Günler, aylar geçti ve herkesten, her şeyden şüphe etmeye başladım. O kadar şüphe içerisindeydim ki... Kendime bir soru sordum. "Ama... Neden?" Bu soru ile kendimi sorgulamıştım ve kendime bir cevap veremediğim an geriye benden bir şey kalmamıştı. Koca bir boşluk daha büyük bir boşluğun içerisinde kendisini farkettirmeden yüzüyordu. Kendime ve hikâyeme veda ettim. Elveda.

10 Şubat 2014 Pazartesi

Yardım

Kendimin farkına varmaya başladığım zamanlarda daha ufak bir çocuktum. Etrafı gözlemleyerek başladım kendimi anlamaya ve devam ettim yıllar boyu kendi gerçeğimi aramaya. Bu arayışım esnasında babam vefat etti. Annem yapayalnız kaldı. Bana bakmalı ve evi geçindirmeliydi. Bir yandan da acısıyla baş edebilmeliydi ki bu en zor olanıydı. Annemin içten içe öldüğünü görünce ona ufak ufak yardım etmeye çalıştım. Dışarıdayken ondan hiçbir şey istemedim. Ona yük olmamalıydım. Aksine onu omuzlarımda ben taşımalıydım. Evde ki her işe yardım ettim. Okulumda en iyi notları aldım. Onu üzmemek için elimden gelen her şeyi yaptım. Ama hayatımın en kötü günü tarafından gafil avlandım. Annem de ölmüştü. Annemle beraber benim de içimden bir şeyler kopmuştu. İçimde bir boşluk oluşmuştu ve ben bu boşluğu doldurmak için bir şeyler yapmalıydım. Kendimi biraz olsun tanıyordum. Kendimi yardım ile bulmuştum. Öyleyse yapılacak tek şey vardı. Yardım etmek.

Bu sırada ben liseye gelmiştim ve ananemle beraber kalıyordum. Dedem daha ben doğmadan vefat etmişti. Lise de kısa sürede dostlar edindim ve dost edinmemin tek sebebi vardı. Onlara yardım etmek. Hayatımın yegane amacı buydu.

Bir süre sonra lisedeki herkesi tanıyordum. Ve okulumdaki herkeste beni tanıyordu. Önce başarılarımla akıllarına dolanmış, daha sonra etrafıma olan ilgimle gözlerini almıştım. Çevreme edeceğim yardımı bir sonraki aşamaya taşımalıydım. Ardı ardına üniversite bitirdim. Dünyaya yardım etmeliydim. Milyarlar, trilyonlar kazandım ve tüm paramı dünya için kullandım. İçimdeki boşluğu unuttuğum zamanlardı o günler.

Dünya gerçekten de iyi bir yer haline gelmeye başlamıştı ve beni örnek alan insan sayısı da çoğalıyordu. Hemen hemen herkes beni tanıyordu. Ne yazık ki ben herkesi tanımıyordum. O kadar zeki bir beyne sahip değildim. Zaman zaman bir beynim olduğuna dair şüphelerim de olurdu. Çünkü kendimi yardım etmeye odaklanmış bir robottan fazlası olarak göremezdim. Robot dahi olsam kendime daha iyi davranmam gerekirdi. Bunu kendime borçluydum. Ama ne yazık ki, o kadar iyi biri değildim.

Çabalarım meyve verdiği anda ve yardım edecek hiçbir şey kalmayınca bir anlığına dünyam durdu. Gözlerim karardı ve bayıldım. Kendime geldiğimde üstüm berbat bir haldeydi ve yağmurun da yardımıyla çamurlaşmış yerin içinde yatıyordum. Sizi kimin tanıdığının önemi yoktu. Ne yaptığınızın da, çünkü o an kaçacakları bir yağmur vardı ve bu ne benden ne de bir başkasından önemli olamazdı.

Yapacak hiçbir şeyimin olmadığını fark ettiğim anda kendimi adayabileceğim tek bir şey vardı. O da yağmurdu. Beynim resetlenmişti ve sokağın bir başında yalnız başına oturan bir adam gördüm. O adamın yanına oturdum ve bana bir şeyler anlattı. Ona "Evet." cevabını vermeden ve beni yalnızlığıma terk etmeden önce sorduğu son soru şuydu;

"Bir başkasında kendini görmeye hazır mısın?"

5 Şubat 2014 Çarşamba

Dilenci

O günün diğer günlerden farkı yağmurlu olmasıydı ve bir günün yağmurlu olması demek benim için her şeyden öte bir şey demektir. İşte günlerden o gün yolda avare avare dolaşıyordum. Yağmuru sevdiğini iddia edip şemsiyeyle dolaşanları tahmin etmeye çalışıp onlara karşı pek de güzel olmayan duygular beslerken, bir saniye sonra bu duygularımdan pişman oluyordum. Anlarsın ya? Herkes sevdiğine ulaşamaz.

Herkes sevdiğine ulaşamaz ama kimse yalnız da kalmamalıdır böyle bir akşamda. Çünkü yağmur yağıyor ve böyle bir gün yalnız geçirilemez. Benim için her şeyden önemlidir yağmur. Doğum günlerinden ya da yılbaşından önemlidir. Aklına gelebilecek diğer günlerden önemlidir ve böyle özel günlerden yalnız geçirilmemelidir. Ama işte o güzel yağmurlu akşamda sular içerisinde, avcunda bir kaç bozuk para ile yalnız başına oturmuş bir adam gördüm. Ve o adamın yanına çöküp geceyi onunla beraber geçirdim. Ancak uyandığımda o yoktu. Dahası, cüzdanım ve kıyafetlerim dahi üzerimde yoktu. Ben ne yaptım biliyor musun? Oturduğum yerde gülümsedim ve onun yerini aldım. Ondan ve benden geriye kalan bir kaç bozuk para ile beraber dilenmeye başladım. Günler, aylar geçti ve sen çıkageldin. Oturdun yanıma, beni yalnız bırakmadın bu güzel yağmurlu günde. Sende kendimi gördüm ve sana çok önemli bir sorum var.

Bir başkasında kendini görmeye hazır mısın?

2 Şubat 2014 Pazar

Madeni Para


Karnı açlıktan kazınıyordu. Zilin çalmasını beklerken yiyeceği şeylerin hayalini kuruyordu. Zil çaldığı gibi sınıftan dışarı fırladı ve kantine doğru yol aldı. Yiyecekleri alıp parasını uzattıktan sonra bir liralık para üstünü cebine attı ve yemeğini yemeye koyuldu. Bir kaç ders sonra arkadaşlarıyla beraber bu para ile parmak futbolu oynadılar. Şansı pek yaver gitmediği için paraya sertçe vurdu ve madeni para sınıftan dışarıya çıkarak merdivenlerden aşağıya düştü. Sinirden paranın peşine bile koşmadı ve parayla olan serüveni burada noktalandı.

Gün bittikten sonra okul görevlilerinden biri koridorları temizlerken ayağına çarpan bu madeni parayı cebine attı ve işini bitirdikten sonra parası cebinde evine doğru yola koyuldu. Paranın kendisine ait olmadığına dair rahatsızlığı ile beraber paradan kurtulma isteği de gitgide artıyordu. Ev yolu üzerinde dilenen bir küçük çocuk gördü ve parayı eline bırakarak oradan hızlıca uzaklaştı.

Çocuk kendine bir mola verdi ve bir şeyler almak üzere civardaki bakkala gitti. Bir iki dal sigarayla beraber ekmek aldı. Para bakkala, çocuksa karnını ve bağımlılığını doyurmak üzere dışarıya gitti.

Bakkalın kasasında bir kaç gün kalan bu madeni para, etrafındaki diğer paralar gibi geçmişinde ve geleceğinde yüzlerce, binlerce farklı hikâyeye sahipti.

Kendi hikâyesinin sonu ise uzun ve yalnızlıkla olacaktı.

Kasadan çıkan para bakkal sahibinin cebine girdi. Bakkal aldığı malzemelerin parasını ödeyecekken bir kaç bozuk parayı elinden düşürdü. Kahramanımız da bu paraların arasındaydı. Bir kaç parayla beraber yokuş aşağıya doğru yuvarlanmaya başladı. Gitgide hızlanıyor ve bu hız onun başını döndürüyordu. Bilincini kaybeden para tekrar kendine geldiğinde üzerinden geçen asfalta makinesinin şokuyla tekrar bayıldı.

Bundan yıllar sonra bu para bir kaç yaramaz çocuk tarafından yerden kazınarak alındı ve bu çocuklardan biri tarafından eve götürüldü. Para evin babasına geçti. Babası aracılığıyla da bir bankaya. Ve yetkili kişilere diğer binlerce parayla beraber eritilip yeni paralar yapılmak ve bir nevi rejenerasyona uğramak üzere iletildi. Onun ve beraberinde dolaştırdığı yüzlerce hikâye burada sona erdi.

24 Ocak 2014 Cuma

Etrafımda birkaç kişi var ve hepsinin sırtı bana dönük. Kimi sevgilisinin koynuna yatmış, dudaklarından hafif bir melodi yayıyor. Kimisi yalnız başına oturmuş ve kulaklıklarını takıp yan tarafındaki kadının hafif melodisindeki şarkıyı dinliyor ve kim bilir bundan kaç sene sonra birbiriyle tanışacak olan bu ikili belki de birbirlerinin suratlarına bile bakmayacakları şekilde kavga ettikten sonra ayrılacaklar. Ya da evlenip hayatlarını mahvedecekler. Çünkü ben çok fazla insan tanıdım ve bunların arasında çok fazla evli insan vardı. Kimi zaman mutlulardı ama çoğu zaman yalnızlardı. Evliliğin yalnızlıktan kaçmak olduğunu düşünenler evliliklerinin tutkusundan yoksun döneminde evliliğin aslında yalnızlıktan kaçış değil yalnızlığa dalış olduğunu anlıyorlar.

Arada sırada omzuma konan bir kaç kuş oluyor ve onlara bir tepki vermiyorum. İstesem de verebileceğimi düşünmüyorum. Aslına bakarsanız arada sırada istiyorum ve hiçbir tepki veremiyorum. Buraya sabitlenmiş ve yere kök salıyorum. Keşke gerçekten de kök salabilseydim. En azından hareket anlamında bir şeylere sahip olurdum. Kök veya dal uzatmak gibi...

Ailesiyle beraber parka gelmiş çocuklardan biri annesinden dondurma istiyor ve havanın soğuk olduğunu çocuğuna nazik bir şekilde belirten anneye rağmen, çocuk ağlayıp zırlamaya ve yoğun bir nankörlük tufanını harekete geçirmeye başlıyor. Bir süre bağrışmalar, çığrışmalar, ağlamalar, hıçkırmalar ve zırlamalar eşliğinde devam eden bu tufan, diğer tüm felaketler gibi sona eriyor. Bitmek bilmeyen tek felaket ise yaşam dedikleri sonsuz işkence.

Bir kaç kedi dolaşıyor. Ardından bir kaç köpek onu kovalıyor. Bu saçma döngüye ne zaman başladıklarına dair bir fikrim yok ve artık merak da etmiyorum. Asla gideremeyeceğim bir meraka sahip olmak beni yormaktan başka hiçbir şeye yaramıyor ve bütün gün ayakta duracağımı da hesaba katacak olursak, böyle bir yorgunluğu gereksiz yere taşımam için bir sebep göremiyorum.

Bir sürü genç gülüp eğleniyor ve tufanı bastırıyorlar. Tufan dağıldıktan sonra gençler de dağılıyor. Sevgililer farklı yöne doğru ilerliyor ve gece oluyor. Şarkısını dinlerken uyuyakalmış olan bir genç ve dinleyecek bir şarkısı, kalacak bir evi dahi olmayan bir başka adam ile beraber gecenin yalnızlığında burnumu dahi kaşıyamadan öylesine dikiliyorum. Aklıma tek bir şey geliyor. Ya hiç kimse benim burada olduğumu bilmiyor ya da herkes beni görmezden geliyor. Çünkü orada hepsi bana sırtını dönmüş, tüm bu hayat senaryoları içerisinde bir role bürünerek ve belki de alttan alttan bana gülerek oturuyorlar. Bu düşünce beni çok rahatsız ediyor. Ama elden ne gelir ki? Ben sadece ilgi kaynağı üzerine sıçan kuşlar olan, yıkıma yüz tutmuş aptal ve yalnız bir heykelim.

21 Ocak 2014 Salı

Seans

-Etrafına bak, ne görüyorsun?
-Hmm.. Hiçbir şey göremiyorum. Kapkaranlık bir yerdeyim. Ah! Şimdi bir ışık belirdi. Alev renkli bir ışık. Meşale sanıyorum. Şimdi bu meşalelerden her yerde var. Birbirlerinin gölgelerini yere düşürüyorlar. Mağara gibi bir yerdeyim.
-Bir çıkış yolu görüyor musun? Belki de alevleri takip etmelisin?
-Sırtımda sert bir yapı var. İleri doğru yürüyorum ve bir merdiven görüyorum. Her zamanki alışkanlığımla basamakları saya saya çıkıyorum. Yüzüncü basamağa geldiğimde daha doğal bir ışık etrafa sızmış bir şekilde toprağı aydınlatıyor. Çeşitli böcekler ve bitki kökleri görüyorum. Yoluma devam ediyorum. İki, üç, dört, beş derken on beşinci yüz basmağa geldiğimde artık güneş tamamen gözüküyor ve merdivende burada bitiyor.
-Şu an yeryüzünde olmalısın öyleyse. Şimdi neler görüyorsun?
-Etrafımda uçsuz bucaksız bir çöl var. Çölden başka hiçbir şey göremiyorum.
-Bir çıkış yolu bulmalısın.
-Pekala. Daha dikkatli bakıyorum ve upuzun bir ağaç görüyorum. Ağacın sonu gökte bitmek bilmiyor. Ağaca doğru yürüyorum. Bu sefer adımlarımı sayıyorum ama yüz binlerce adım atsam da ağaç ile aramdaki mesafe bir türlü değişmiyor. Gözlerimi kapatıp bir an kendimi ağacın yanında düşünüyorum ve gözlerimi açtığımda kendimi ağacın gölgesi altında buluyorum.
-Şimdi ne yapacaksın? Devam etmek için bir yol görüyor musun?
-Ağacın gövdesinde bir kapı görüyorum. Kapıya doğru yürüyor ve kapıyı itekliyorum. Kapı açılıyor ve kendimi odundan bir asansörde buluyorum. Asansörde tek bir düğme var ve ben ona basıyorum. Asansör yavaş yavaş yukarı doğru çıkıyor. Etrafımda dört küçük pencere var ve dört pencerede de birer dürbün var. Bu dürbünlere teker teker gözlerimi koyuyorum. Birinde kar, birinde yağmur, birinde güneş ve diğerinde ise sis var. Bu dört farklı güzelliğe zaman ayırırken asansör duruyor. Kapıyı açıyor ve dışarı çıkıyorum. Adım attığım zemin yumuşacık. Bulut gibi  ama kıpkırmızı. Buluttan bir kırmızı halının üzerinde yürüyor gibiyim.
-Halının sonunda ne var?
-Halının sonunda bir kapı var ve ben kapıya doğru ilerlemeye korkuyorum.
-Bu kapı senin çıkış kapın, ona doğru ilerlemeli ve korkunla yüzleşmelisin.
-Korkumla yüzleşmeyi reddediyor ve kendi dünyamda yaşamaya devam etmek istiyorum.
-O kapıya yürümelisin. Bunu kendin için yapmalısın.
-İstemeden de olsa kapıya doğru yürüyorum. Yavaş ve çekingen adımlarımla halının sonuna erişmemek için elimden geleni yapıyorum. Kapının ardındaki hayatı görüyorum. Acısıyla tatlısıyla kendi tarzında bir güzellik yatıyor. Ne yapacağını bilen kişiler için bir cennet, başıboş bir sandal gibi olanlar içinse bir cehennem görüyorum. O cehennemde yaşamaktan korkuyorum.
-Ama sen ne istediğini biliyorsun ve benden bu yüzden yardım istedin. Şimdi o kapıyı aç ve çık bu dünyadan.
-Kapıyı açıyorum. Çıkmadan önce ardıma bakıyorum. Ardımdaki dünya birbirinin üzerine katlanarak üzerime doğru geliyor. Kırmızı bulutlara bakıyorum. Artık kan rengi lavlarla beni yakmaya gelen bir göl. Korkuyor ve tek çıkış yolu olan kapıya dönüp kendimi dışarı atıyorum...
...
-İyi misin?
-Evet iyiyim. Teşekkür ederim. Benden asla vazgeçmeyip, bana sırtınızı dönmediğiniz için teşekkür ederim.
-Bana güvendiğin için ben teşekkür ederim. Kendine iyi bak Deborah.